Sam Mensa
TT

Trump'ın planı ve karşılıklı bağımlılığın tehlikeleri

Şarm el-Şeyh barış konferansı ve ABD Başkanı'nın geçen pazartesi Knesset'te yaptığı konuşma, hem destekçilerinin hem de muhaliflerinin hafızasında yer edecek bir dönüm noktası oldu. Başarısını veya başarısızlığını değerlendirmek için henüz erken olsa da gerçekleşenler, bu uzlaşının bölge için gizlediği büyük zorluklara rağmen, beraberinde getirdiği uluslararası uzlaşı açısından dramatik bir gelişmeyi temsil ediyor. Çatışmalarının karmaşıklığı, özellikle de Filistin-İsrail çatışması, gerçekleşemez senaryolardan söz etmiyorsak, bu plana savaşa geri dönmekten başka gerçekçi bir alternatif olmadığını gösteriyor. Belki de plan ve kendisine eşlik eden kutlama, 21. yüzyıldaki siyasi yaşamın şeklini ve doğasını somutlaştırıyor.

Objektiflik, Trump hakkındaki tutumun söyledikleriyle değil, yaptıklarıyla ölçülmesini gerektiriyor. Zira Trump, bölgeyi kapsamlı güvenlik düzenlemelerine dayalı yeni bir gerçekliğe doğru yönlendiriyor gibi görünüyor. Bu anı daha istikrarlı bir Ortadoğu inşa etmek için değerlendirmek akıllıca olacaktır. Olan biteni dinî Siyonizm ve siyasal İslam temelli yaklaşımlarla atlatmaya ve çatışma döngüsüne geri dönmeye çalışmak aptallık, hatta delilik olacaktır.

Operasyonel detaylar ne olursa olsun, gerçekleşen en önemli husus Gazze'deki ölüm ve yıkım makinesinin durdurulması, İsrail'in Gazze Şeridi veya Batı Şeria'daki zorla yerinden etme ve toprak ilhakı planlarına son verilmesi, milisler ve devlet dışı örgütler döneminin sona erdirilmesi ve Filistin ile davasının İran ve müttefiklerinden geri alınarak, bölgede kapsamlı bir çözümü destekleyen Arap ve uluslararası çevrelere geri kazandırılmasıdır. Bu hedef, yirmi maddelik planın ikinci bölümünün özünü oluşturuyor.

Son iki yılda yaşananlar, bölgedeki güç dengesini altüst etti. Büyük insani ve maddi kayıpların yanı sıra, savaş İran'ın zayıflaması ve Maşrık’taki (Levant) rolünün gerilemesi, Esed rejiminin devrilmesi, Hizbullah'ın gücünün azalması ve İran'ın nükleer projesinin baltalanmasıyla sonuçlandı. Bu durum hem Sünni hem de Şii silahlı siyasal İslam'ın etkisinin azalmasına da yol açtı. Bu radikal dönüşümler, Trump planının ve ona eşlik eden eşi benzeri görülmemiş uluslararası uzlaşının önünü açtı.

Ancak, yetmiş yıllık Filistin trajedisi boyunca biriken engeller ve acı deneyimler göz ardı edilemez. Nitekim Binyamin Netanyahu'nun konferansa katılmaması bir tesadüf değildi. Aksine, bu durum İsrail'in iç krizini, radikalizm ve yerleşim yerlerinin genişletilmesine dayanan projesini sınırlayacak her türlü barış sürecinin reddedildiğini, İsrail’in uygulamalarına yönelik küresel tepkinin farkında olduğunu yansıtıyor. Ancak, Netanyahu bu çıkmazdan tek başına sorumlu değil. 1947’de Taksim Kararı'nın reddedilmesinden Arap ve Filistinlilerin bölünmesine, Hamas'ın 2007'de Gazze'yi ele geçirmesine kadar, Arap ve Filistinlilerin birikmiş hataları, davanın zayıflamasına ve birleşik, modern bir Filistin devleti inşa etme fırsatlarının kaçırılmasına katkıda bulundu. Aksa Tufanı operasyonu da siyasi körlüğün derinliğini ortaya koydu ve İsrail'in davadan geri kalanları da neredeyse tamamen ortadan kaldıracak yıkıcı tepkisiyle karşılaştı. Böylece, İsrail aşırılığı ile Filistinlilerin bölünmesi ve Arap acizliği arasında dava kan kaybetmeye devam etti.

Sırada ne var?

Büyük olasılıkla, bölgenin geleceği İran'a ve projelerine bağlı olmayacak veya İsrail hegemonyasına tabi olmayacak. Askeri üstünlüğüne rağmen, sınırlı siyasi ve demografik kabiliyetleri hakimiyet kurmasına izin vermiyor. Genel eğilim, güç dengesinin yavaş yavaş Körfez ülkelerine, Türkiye'ye ve belki de ekonomik krizlerini aşması ve iç istikrarını güçlendirmesi koşuluyla Mısır'a kaydığını gösteriyor. ABD ise gelecekteki bölgesel denklemleri şekillendirmede kilit oyuncu olmaya devam ediyor.

Ancak barışa giden yol, Suriye, Lübnan ve Filistin'deki durumun kırılganlığı başta olmak üzere engellerle dolu olmaya devam ediyor. Gazze'de ise Hamas ile aşiretler arasındaki uçurum derinleştikçe, durum sessiz bir iç savaşa doğru ilerliyor. Hamas, güvenlik güçlerini yeniden konuşlandırdı ve muhaliflerine karşı baskı operasyonları başlattı. İronik bir şekilde, Hamas'ın kalması, 1996'dan beri yürürlükte olan “karşılıklı bağımlılık” yaklaşımını somutlaştırarak Netanyahu'nun çıkarlarına hizmet ediyor. Bu yaklaşım, Hamas'ın Gazze’de devam eden kontrolünü, Filistin Ulusal Otoritesi’nin Gazze Şeridi'ne geri dönmesini engellemenin bir yolu olarak görüyor. Bu da Filistin sahnesini bölünmüş halde tutuyor ve herhangi bir siyasi sürecin dondurulması için bir bahane sağlıyor. Aynı durum Lübnan'daki Hizbullah için de geçerli.

Ancak Lübnan ve Suriye, iç durumlarının karmaşıklığı nedeniyle Şarm el-Şeyh konferansının ve öncesindeki New York toplantısının dışında kaldı. Suriye, Arap dünyasının açılımlarına ve uluslararası desteğe rağmen, barışı sağlama sürecine katılabilmesi için hâlâ iç uzlaşılara ihtiyaç duyuyor. Lübnan, siyasi krizlerinin ve Hizbullah'ın hakimiyetinin esiri olmaya devam ediyor ve bu da onu bölgesel çözüm sürecine katılmaktan alıkoyuyor ve tereddütlü kılıyor.

Öte yandan, çözüm sürecindeki ilerleme, bölgesel değişimler ve direniş ekseninin çöküşü ortasında, Suriye-Lübnan arasında barış konusunda bir iş birliği olasılığı hakkında sorular gündeme getiriyor. İran'ın Maşrık'taki nüfuzunu kaybetmesinin ardından yaşadığı tecrit ise sabotaj veya vekalet savaşına başvurmadan bu gerçeği kabul edip etmediği konusunda sorular gündeme getiriyor. Zira bölgedeki yeni denklem, yapım aşamasındaki bir barış ile çözülmemiş gerilimler arasında hassas bir dengeye dayanıyor.

Trump’ın planı, değişimin kapısını açtı ve münferit çabalar yerine uluslararası koordinasyon yoluyla uluslararası ilişkiler ile çatışmanın çözüm mekanizmalarında bir dönüm noktasını temsil etti. Ancak, plan ile ilgili aşırı heveslere kapılmak bir hata, onu küçümsemek ise bir kusurdur. Antonio Gramsci'nin şu sözünü hatırlayalım: “Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor, şimdi canavarlar zamanı.”