İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Gazze: Gerçekten sükut altındır!

Yıllar önce ilgimi çeken konulardan birinin hükümetlerin ve partilerin ne ölçüde bir sözcüye ihtiyaç duyduğu konusu olduğunu hatırlıyorum. Zaman geçtikçe tartışmalar daha da çeşitlendi ve uygulamalar biriktikçe, Arap dünyasındaki pek çok kişi ciddi olarak daha radikal bir soruyu gündeme getirdi: Enformasyon bakanlıklarına ne gerek var?

Burada, 1967 yenilgisinden önceki Arap dünyamızın modelleri ya da Sovyetler Birliği'nin son dönemlerindeki “Pravda” ve “İzvestiya” modelleri akla gelmeden önce, köklü Batı demokrasilerindeki pek çok basın toplantısında duyduklarımız ile gördüklerimizin, geçen yüzyılın altmışlı yıllarındaki "medya"dan hiç de daha az kötü olmadığını söylemek isterim.

Soğuk Savaş’ın o döneminde, totaliter bir otorite tarafından yönetilen medya ile ilişkisinde alıcı, okuduğu veya duyduğu şeyin nesnel bir yaklaşım veya sağlam bir analizden daha çok bir "bakış açısı" veya "siyasi pozisyonun gerekçesi" olduğunun zaten farkındaydı. Bugünse kendisini bir takım sorunlarla karşı karşıya buluyor. Bunlardan en önemlisi ve birincisi, medya teknolojilerinin gelişmesine ve medyadaki “ambalajlama” ve “örtbas etme” konusundaki karmaşıklığa rağmen, özellikle büyük güçlerin stratejik siyasi çıkarları değişmedi ve özünde değişmesi de beklenmiyor. Dolayısıyla, bu çıkarların meşrulaştırılması ve - oldukça önemli bir ölçüde de olsa - "cilalanması" ve desteklenmesi konusunda dün ile bugün arasındaki fark sandığımız kadar büyük değil.

İkincisi, birçoğumuzun yaşama fırsatı bulduğu ve iyi yanlarından yararlandığı Batı siyasi kültürü, hayranlığımıza ve bazen de takdirimize dayanarak düşündüğümüz gibi kesinlikle ideal denilemez. Normal şartlarda medeni, sofistike ve hoşgörülü görünürken, sorunlar kötüleştiğinde ve düşmanlık arttığında tüm medeniyet, incelik ve hoşgörü giysilerinden sıyrılır. Bugün sadece işgal altındaki Filistin topraklarında sivillere, hastanelere, okullara ve ibadethanelere karşı işlenen kıyımlarda değil, aynı zamanda hükümetlerin Amerikan üniversitelerinde ve İngiliz medyasında ifade özgürlüğüne getirdiği kısıtlamalarda, itiraz seslerini susturmak ve bastırmak için utanmadan uygulanan reklam boykotları yoluyla yapılan şantajlarda da tam olarak bunu görüyoruz.

Üçüncüsü, yukarıda sözü edilen şantaj ve kısıtlama (hatta suç haline getirme) olgusu, Soğuk Savaş’ın ABD'nin Sovyetler Birliği'nin çöküşünden bu yana sahip olduğu tek kutupluluk ile sona ermesinden kaynaklanan bir dizi adımın doğal bir gelişimiydi. Geçmişte Washington'un İsrail askeri cephaneliğini inşa etmesini açıklamak için bahanesi “Ortadoğu'daki güç dengesini korumaktı.” Ancak Moskova'nın devrilmesinin ardından Washington, "güç dengesi" hikayesini tamamen unutarak, "İsrail’in üstünlüğünün korunmasının gerekliliğinden” açıkça bahsetmeye başladı.

Ayrıca, Washington “tek kutupluluğun” tadını çıkarmadan önce, 1975 sonbaharında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Siyonizm'i bir tür ırkçılık olarak kabul eden 3379 sayılı kararı kabul etmişti. Kararda, dünyanın tüm ülkelerine, karara göre küresel barış ve güvenliğe tehdit oluşturan Siyonist ideolojiye direnme çağrısı yapılmıştı. Ancak 1991'de Sovyetlerin çöküşünün ardından Washington, kararı iptal etmeye zorladı. Bunun sonucunda tam tersi bir yöne giderek Siyonizm'e yönelik her türlü eleştiriyi ırkçı bir yaklaşım olarak görmeye başladı. Bugün, ivmeyi artırarak siyasi rengi ne olursa olsun sadece İsrail hükümetini eleştirmeyi bile suç sayılmayı hak eden “antisemitist” bir davranış haline getirdi.

Dördüncüsü, 7 Ekim olayı, yaşandığı zaman Arap dünyasının çoğunda gerçek bir kınamayla karşılanmış ve planlayıcılarının Hamas hareketi liderlerini dahi bu konu ve detayları hakkında bilgilendirmediği ortaya çıkmış olsa da, benzeri görülmemiş bir yıkım ve zorla göç ettirme savaşı başlatmak için kullanıldı.

Dahası, saldırının duyurulmasıyla birlikte ortaya atılan söylentilerin ve yaşandığı söylenen birçok olayın yalan olduğunun ortaya çıkmasına, aynı şekilde, istihbarat raporlarının yaşadıkları kafa karışıklığı ve çoğunun doğruluk veya geçerlilikten yoksun olan veriler sundukları açığa çıkmasına rağmen, ölümler ve zorla göç ettirme bu ana kadar durmadı. Nitekim eski Başbakan Ehud Barak'ın Gazze'deki bazı tünellerin İsrail tarafından işgali sırasında kazıldığını duyurması ve Hamas liderliğinin sözde kalesini Şifa Hastanesi’nden Han Yunus’a kaydıran istihbarat anlatısı, bazı yalanları, söylenti ve raporların doğru olmadıklarını ortaya koydu.

Beşincisi, Washington, dünya kamuoyuna ve Amerikan kamuoyunun büyük bir kısmına yönelik benzeri görülmemiş bir meydan okumayla, iki ay içinde ölü sayısının 18 bine yaklaşmasıyla kötüleşen insani felaketi durdurmaya karşı veto yetkisini kullanmakta diretti. Washington’un Daimi Temsilcisi bu vetoya gerekçe olarak tamamen insani bir bakış açısına sahip olan Arap karar taslağının siyasi açıdan “dengesiz” olmasını gösterdi. Zira Washington’a göre karar taslağı Hamas’ı kınamadığı için “gelecekteki bir savaşın temelini oluşturuyor.

Her halükarda, ABD’nin BM Daimi Temsilcisinin bu "gerekçesi" kendisini dinleyen herkesin zekasına hakaret teşkil etse de, Beyaz Saray'ın stratejik iletişim koordinatörü John Kirby'nin sözlerinden çok daha nazik. Kirby dün muhabirlerin önünde gözünü bile kırpmadan şunları söyledi: " Bana Gazze halkının acı ve ızdırabını dindirmek için ABD kadar çaba sarf eden başka bir ülke söyleyin. Söyleyemezsiniz !!."

Bütün bunlardan sonra hâlâ resmi sözcülere, sorumlu medyaya, mantığa saygıya, insanlığa ve uluslararası meşruiyete ihtiyaç var mı?