Batı medyası ve özellikle de Fransız medyasının 11 Eylül 2001 olaylarıymış gibi lanse ettiği 7 Ekim’in tam tersi olarak 17 Ekim 1961’i yazıyorum. Ortadan kaldırma ve silme anısı hakkında yazı kaleme alıyorum. Işıklar şehri Paris’in merkezindeki Saint-Michel Bulvarı yakınında meydana gelen ve Seine Katliamı olarak bilinen katliamı yazıyorum. 30 binden fazla Cezayirli, Fransa’nın kendilerine uyguladığı sokağa çıkma yasağına ilişkin haksız kararlarını protesto etmek için şehir merkezinde gösteri yapmıştı. Gösterilerinin bir diğer amacı da Cezayir Kurtuluş Cephesi’nin çağrısına yanıt vermekti. Fransızlar da bugünkü İngilizler gibi göstericileri sabotaj ve teröre destek vermekle suçlamıştı. O gün Fransız polisi, yüzlerce Cezayirliyi öldürüp bir kısmını Seine Nehri’ne atmış ve onların üzerine sudayken ateş açmıştı. Cezayirli göstericilere yapılan Seine Katliamı, dönemin Paris Polis Müdürü Maurice Papon’un emriyle gerçekleşmişti. Fransız medyası 7 Ekim’de Gazze Şeridi’nde yaşananları her gün anıyor ve bize de her gün hatırlatıyor. Ancak bu sırada Fransa’nın Seine Katliamı’nı ancak 60 yıl sonra tanıdığını bize söylemiyor. 60 yıldan fazla bir süre sonra Londra’dan Seine Katliamı’nı yazarken zihnimde, görevden alınan İngiltere İçişleri Bakanı Suella Braverman var. Braverman Filistin haklarını destekleyen gösterilerde terörist unsurların, sabotajcıların ve terörü destekleyen grupların yer aldığını iddia ederek Londra Metropolitan Polis Teşkilatı Müdürü Mark Rowley’i bu gösterileri bastırmaya çağırmıştı. Ya Mark Rowley, Braverman’ın ırkçı sözlerine kulak verip güçlerinin göstericilerle çatışmasına izin verseydi? Londra 1961 Paris’i mi olacaktı? Daha sonra Seine Nehri’ndeki katliamı öğrendiğimiz gibi, Thames Nehri’ndeki katliama mı şahit olacaktık?
Bir önceki yazımda, dünya yüzyılın başında bugün Namibya olarak bilinen yerde Almanların yaptığı soykırıma dikkat etseydi Holokost diye bir şeyin olmayacağını yazmıştım. Gelgelelim görünen o ki Mark Rowley, Seine Katliamı’ndan ders çıkararak ırkçı Braverman’ın talebine kulak asmadı.
Bu yazımın öncelikli amacı büyük başkentlerdeki soykırım karşıtı gösterileri ve bu gösterileri çarpıtıp meşalelerini söndürme çabalarını incelemektir. Başlıkta kullandığım küresel soykırım kuşağı ifadesinden kastım budur ve bu kuşak Londra’daki Suella Braverman’dan ABD’deki 2024 başkanlık seçimlerinin potansiyel Cumhuriyetçi adayı Nikki Haley’e kadar uzanıyor. Yazım bu gazetede 18 Aralık 2023 tarihinde yayınlanan “Soykırım bir zanaat ve deneyimlerin birikimidir” başlıklı önceki makalemin devamı niteliğindedir.
Yazımın ikinci amacı ise bir nevi özür dilemek. Bir önceki yazımda Cezayir’de halkımızın uğradığı soykırımın hakkını vermemiştim. Bu yüzden Fransa’nın işlediği katliamlardan bahsetmek için giriş olarak Seine Katliamı’nı seçtim. Amerikalıların 19’uncu yüzyılın sonunda Kuzey Amerika’da yerli halk kabilelerine yaptığı soykırım ya da 1830’da Hristiyanlardaki acı yollarına benzer şekilde daha sonradan ‘Cherokeeler’in Gözyaşı Yolu’ olarak anılan olayda Amerikan ordusunun doğu Oklahoma’da Cherokee kabilelerine karşı gerçekleştirdiği etnik temizlik bir tarafta tutulursa, Fransa’nın yaptığı katliamların dünya tarihinde eşi benzeri yoktur. Fransa’nın sömürge döneminde Cezayir’e yaptıkları, Kuzey Amerika’daki yerli kabilelerin başına gelenlerden daha az şiddetli değildi. Bugün Apaçi uçaklarının ve Cherokee araçlarının isimleri dışında Kızılderili kabilelerinin veya ülkenin yerli halkının isimlerini duymadığımızı hatırlatmak isterim.
Bilindiği gibi, Cezayir kurtuluş savaşı 1954 yılında başlamış ve bu, savaşın sonunda Fransız hükümeti ile Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi arasında Evian Anlaşması’nın imzalanmasının ardından 3 Temmuz 1962’de Cezayir’in Fransız sömürgesinden kurtulmasıyla sonuçlanmıştı. Bu dönemde Cezayirliler bağımsızlıklarını kazanmak için büyük ve değerli çabalar sarf etmişler ve 1,5 milyon Cezayirli bu savaşın kurbanı olmuştu. Fransızlar, Cezayir’i sömürgeleştirirken, tıpkı bugün İsraillilerin Filistin halkına uyguladığı gibi, tehcir politikası uygulamışlardı. Fransız yerleşimci sömürgeciliği, 1830’da Cezayir’e saldırdığı andan itibaren binlerce Cezayirli ileri geleni ve çeşitli direniş gruplarının liderini öldürmüş, onları yakmış ve uzak yerlere sürmüş ve istisnasız bütün kavimlere soykırım uygulamıştı. Bunun sonucunda bütün kabileler, halklar ve aileler Cezayir sahnesinden ve ülke haritasından silinmişti. Tam bir soykırım gerçekleşmişti ve Fransızlar sorumlu tutulmamıştı. Çünkü bu, neler olup bittiğini belgeleyecek kameraların ve medyanın olmadığı bir soykırımdı. Fark şu; biz bugün İsrail’in Gazze’deki suçlarını canlı izlerken Cezayir’in Fransız sömürgesi ile ilgili elimizdeki tek şey, bugün Fransa’nın tekelinde olan arşiv. Maurice Papon davasında ve Fransa’daki Seine Katliamı’nı çevreleyen yalanlarda görüldüğü gibi, Cezayir’deki Fransız katliamlarını da Fransız ve Batı yalanları örtmüştü.
Aileler ve önde gelenler dağlara sürgün edilirken, Cezayirliler, Fransız sömürgeciliğinin boyunduruğundan kurtulmak için yurt içinde ve yurt dışında güçlerini toplamıştı. Fransa, yurt içinde ve yurt dışında mücadele edenlere karşı katliamlar işleyip zulümler yapmıştı. Paris katliamı da bunlardan biriydi. Bu katliam Fransa tarafından ancak yavaş yavaş kabul edildi. İlk olarak bunun emareleri olaydan yaklaşık 40 yıl sonra 1999 yılında görülmüştü. Daha sonra Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, katliamın üzerinden neredeyse 60 yıl geçmişken Aralık 2012’de Cezayir’e yaptığı ziyaret sırasında yaptığı konuşmada katliamı kabul etmiş ancak Cezayirlilerden herhangi bir şekilde özür dilememişti. Sömürgeci güçlerde görüldüğü gibi, o dönem Fransız yetkililer kurban sayısının üçü geçmediğini açıklamıştı. Fransa yıllarca bu yalanları tekrarlarken Jean-Luc Einaudi’nin başını çektiği tarihçiler yüzden fazla ölü olduğunu duyurdular. Cezayir ise sayılarının 300 ila 400 olduğunda ve onlarcasının cesedinin Seine Nehri’ne atıldığında ısrar etti. 20 Mayıs 1998’de Le Monde gazetesinde yayınlanan ifadesinde Jean-Luc Einaudi, Ekim 1961’de ‘Paris’te Maurice Papon’un emriyle polis güçleri tarafından bir katliam yapıldığını’ ortaya koymuştu. Papon tarihçiye iftira davası açmış, ancak 1999’da bu davayı kaybetmiş ve tarihçi beraat etmişti. Cezayir’deki soykırım suçları için hala daha fazla araştırma ve inceleme gerekiyor ancak Seine Katliamı’nın bize hatırlattığı şey, Batı’nın şimdiye kadar suçlarını kabul edecek ahlaki cesarete sahip olmadığı ve bunun yerine ya yalanla ya da Suella Braverman ve Nikki Haley gibi bazı beyaz olmayan figürleri öne çıkararak kendi dokunulmazlıklarını daha uç bir noktaya taşıdığıdır. Ancak Londra’yı Seine Katliamı’nın kaderinden kurtaran şey, vicdanı canlı olan ve belki de tarihten ders çıkarmış olan Polis Teşkilatı Müdürü Mark Rowley idi.