İsrâ suresi 22-39. ayetler arasında üzerinde durulan hususları ele almaya devam ettiğimiz yazılarımızda bugün toplumsal hayatta önemli bir yer işgal eden birkaç hususa değinilecektir.
- Hayat kutsaldır.
Meşru bir gerekçe olmadıkça sonlandırılamaz. Ne kişinin bizzat kendisi ne de bir başkası tarafından. Bu nedenle hiç kimse, (savaş, nefsi müdafaa gibi) haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, Allah’ın kutsal kıldığı cana kıyamaz! Her kim haksız yere öldürülürse, onun meşru mirasçılarına, katilin kısas edilerek öldürülmesini isteme veya kendilerine kan diyetinin ödenmesi konusunda[1] hukuki bir yetki tanınmıştır. O hâlde bu yetki sahipleri, katilin öldürülmesini yeterli görmeyip, başkalarını da öldürmeye kalkarak öldürme konusunda sınırı aşmamalıdırlar. Çünkü kendilerine, haklarını alabilmeleri için Allah tarafından gerekli yetki verilmiş ve yardım edilmiştir.[2] Bu emir, doğru bir şekilde uygulandığında toplumsal adaletin zihinlere sağlam bir şekilde yerleşmesini sağlayan en önemli ilkelerden biridir. Zira haksızca katledilen kimsenin akrabalarına haklarını alma ve ruhlarında hissettikleri acıyı bir nebze de olsa azaltma fırsat ve imkânı tanınmıştır. Üstelik bütün bunları hukuk sistemi yapacaktır. Bugün hem bu ayette hem de kısas ayetinde verilen hak ve yetkiler maktulün velilerine tanınmadığı için ya kendi adaletlerini kendileri sağlamaya kalkışmakta ya da verilen mahkûmiyet kararları onları tatmin etmediği için feryat etmektedirler. Adaletin gerçekleşmediğine olan inançları da ruhlarında duydukları acıyı perçinlemektedir.
- Sure “en güzel - en yararlı” şeklin dışında yaklaşılmaması gereken bir hususu da dikkatlere arz eder: Yetim’in malı!
Yasal olarak koruma altında bulunan yetimlerin ergenlik çağına ve mallarını idare edebilecek olgunluğa ulaşıncaya dek, onların mal varlığına, ancak onu en âdil ve en güzel biçimde değerlendirmek amacıyla yaklaşılabilir. Onların mallarına yiyip tüketmek ve har vurup harman savurmak amacıyla yaklaşılamaz. Onlara ait malları, yatırıma dönüştürüp, onlar adına değerlendirmek mümkündür. Fakat gerekli yaş ve olgunluğa ulaştıklarında, onlara mallarını geri vermek bir zorunluluktur. Malların idaresini elinde bulunduran kişi maddi durumuna göre davranmalıdır. Eğer zenginse yetimin malına hiç tenezzül etmemeli fakir ise maruf ölçüsünde onlardan yararlanmalıdır.[3] Bunda herhangi bir sıkıntı yoktur. Hem yetimlerin mallarının korunacağına dair hem de diğer konularda verilen her söz tutulmalı-yerine getirilmelidir. Çünkü herkes verdiği sözlerden, Hesap Gününde mutlaka sorguya çekilecektir![4]
- Toplumsal hayatın huzurunu sağlayacak olan hususlardan birisi de ölçülü hareket etmektir.
Bu ölçülülük ister ticârî ister hukûkî isterse ahlâkî olsun her alanda ve her konuda olmalıdır. Bu nedenle herhangi bir şey ölçüye konu olduğunda veya bir şey gerçek manada ölçüldüğünde ölçü tam tutulmalı, tartılan şey doğru teraziyle tartılmalıdır. Dolayısıyla hayatın her alanında, doğruluk ve adâlet temel ilke olarak kabul edilmelidir! Böyle davranmak birey ve toplum açısından hem daha hayırlı hem de sonuç itibariyle daha güzeldir. Unutulmalıdır ki adaletin, dürüstlüğün ve hakkaniyetin egemen olduğu toplumlar, dünyada güven ve huzuru, âhirette de Allah’ın rızasını ve cennette onlar için hazırlanmış olan nimetleri elde ederler.[5]
- Bireyin ve toplumun huzurunda önemli olan bir diğer etken de bilgi sahibi olunmayan konularda ahkâm kesmemek ve buna göre hareket etmektir.
Unutulan bir gerçek vardır ki kişi hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığı ve doğruluğunu tam olarak araştırmadığı bir şeyin ardından körü körüne gitmemelidir! Bilgi sahibi olunmayan şeylerin peşinden gitmek veya onlara göre amel etmek insanın başına telafisi olmayan işler açar. Bu nedenle ne olursa olsun, sağlam ve inandırıcı delillere dayanmadan, hiçbir konuda kesin yargıda bulunmamak, hiç kimseyi asılsız söylentilere dayanarak suçlamamak gerekir! Aksi takdirde bunlar birtakım sıkıntılara neden olur. Zira kulak, göz ve gönül; bunların hepsi yaptıklarından sorumlu tutulacaktır.[6] Yani hesabını verecektir.
- Böbürlenerek hareket etmemek gerekir.
İnsanoğlu kendisine verilen nimetleri kimin verdiğini unuttuğunda şımarmakta ve bu şımarıkla büyüklenerek ve mağrurlanarak başkalarını hakir ve küçük görebilmektedir. Bunu da davranışlarına yansıtabilmektedir. Örneğin; yeryüzünde kibirli kibirli yürüyebilmektedir. Oysa insan, aslında o kadar âciz bir varlık ki ne yerleri yırtıp parçalayabilir ne de boyca dağlara erişebilir![7] Böyle bir durum karşısın aklıselim sahibi olan kişiler kendilerine “O halde Ey insan! Sonsuz lütuf sahibi Rabb’ine karşı seni aldatıp gurura sürükleyen nedir?”[8] sorusunu sormaktan alamamaktadırlar.
Surenin 38. ayeti 22. ayetten itibaren sayılmaya başlanılan hususların ne olduğunu ve bunlara nasıl yaklaşılmasını gerektiğini öğreten bir özellik taşıması yönüyle önem arz etmektedir. Ayet adeta muhataba-okuyucuya ey insanoğlu; 22. ayetten itibaren, birçok emirler, yasaklar ve hikmetli öğütler dinledin demekte ve şu hatırlatmayı yapmaktadır: “Bütün bu sayılanların kötü ve yasaklanmış olanlarının, Rabb’inin katında asla hoş görülmeyen çirkin davranışlardan olduklarını asla unutma! Ey Muhatap! Bütün bunlar, Rabb’inin sana vahiy yoluyla (Hz. Muhammed aracılığıyla) bildirdiği hikmet dolu sözlerden oluşan bir demet olduğunu bil.” Ve bütün bunları sana sunmasının sebebinin şu hakikat olduğunu alsa zihninden çıkarma:
- “Sakın Allah’la beraber başka varlıkları tanrı edinme; yoksa kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş bir hâlde cehenneme atılırsın!”[9] …
[1] el-Bakara 2/178
[2] el- İsrâ 17/33
[3] en-Nisa 4/6
[4] el- İsrâ 17/34
[5] el- İsrâ 17/35
[6] el- İsrâ 17/36
[7] el- İsrâ 17/37
[8] el-İnfitar 82/6
[9] el- İsrâ 17/39