Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

İran ve İsrail: Uzlaşı mı yoksa sonuçları belli bir savaş mı?

Hiç kimse İsraillilerin Nasrallah'a ulaşıp başını alabileceğini ya da önemli liderleri bu kadar kolay tasfiye edebileceğini beklemiyordu. Hiç kimse İsrail’in Hizbullah ve direniş ekseninin geri kalanını daha önceki savaşlara benzemeyen bir savaş ile şaşırtmasını beklemiyordu. İsrail, Çinli general ve filozof Sun Tzu'nun şu sözünü uyguladı: “Savaşı kazanmak için düşmanınızın güçlü yönlerinden kaçının ve zayıf yönlerine saldırın.” Böylece düşman Hizbullah’ın başını, ardından diğer liderlerini hedef aldı ve Hizbullah’ın tam anlamıyla hazırlanmış  olduğu bir kara savaşından kaçındı. Ayrıca İsrail'in 2006'dan bu yana “tüm savaşların anası” olacak bir savaşa hazırlandığı da ortaya çıktı. İstihbarat bilgileri topladı, binlerce hedefi belirledi ve özellikle bu savaş için silahlar geliştirdi. Daha sonra Hizbullah’ın Suriye ile diğer ülkelerde dilediği gibi at koşturmasına, istediğini yapmasına izin verdi ve bu sırada onu izledi, hareketlerini inceledi ve psikolojisini anladı. Kritik bir anda, İsrail'in kendisinden korktuğu ve herhangi bir risk almayacağı inancıyla Hizbullah’ın sıkı sıkıya bağlı kaldığı  tüm angajman kurallarını ve tüm kırmızı çizgileri yıkarak onunla büyük bir mücadeleye girişmeye karar verdi.

Hizbullah çok zor kavşaklar ile karşı karşıya ve bu durum, içinde bulunduğu zorlu koşullar nedeniyle telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açabilir. Onu içe çekilmeye ve Lübnan'daki diğer partiler gibi siyasi partiye dönüşmeye zorlayabilir. Böylece direniş ekseninin kalbi kırılacak ve Netanyahu'nun BM'de yaptığı konuşmada söylediği, yürüttüğü savaşın Ortadoğu bölgesini değiştireceği yönündeki sözleri gerçekleşmiş olacak. Gördüklerimizin gölgesinde, Netanyahu'nun tehditleri övünme ve kibir olarak değerlendirilemez, aksine üç düzeyde, yani yerel Lübnan, bölgesel ve küresel düzeyde bir gerçekliğin hesaplı bir okuması olarak değerlendirilebilir.

Yerel düzeyde Hizbullah açısından durum trajik görünüyor çünkü şimdi Hizbullah’ın bir başı yok, hedef kitlesine hitap edecek bir medya makinesi yok, onu koruyacak bir iç güç yok. Lübnanlıların çoğu Hizbullah’ın misyonunun kurtuluştan sonra sona erdiğini düşündü. Ama o Suriye'de Lübnan ulusunun hedeflerini aşan bölgesel bir misyon yüklenerek onları şaşırttı ve böylece özgürlük, adalet talep eden Suriye devrimine sempati duyan Lübnanlı çoğunluk ile arasında bir kopuş yarattı. Sayın Nasrallah, Suriye'deki bu savaşı “hayat memat savaşı” saydı ve var gücüyle savaştı. Bunun insanlar üzerindeki etkisi de zehirli bir hançer gibi kaldı. Hizbullah’ın siyasi hayat üzerindeki hakimiyeti de, Lübnan'da  birinci, ikinci ve üçüncü dini gruplar gibi bir sıralama olduğunu, devletin gasp edildiğini herkese hissettirdi.

Bölgesel düzeyde Hizbullah, ajandasının Lübnan'dan daha büyük hale gelmesi nedeniyle bir korkuluğa dönüştü, bölgedeki güç dengelerini değiştirecek bir araç haline geldi. Suriye'den sonra Yemen'e müdahalesi, Irak'taki örgütlere verdiği destek ve siyasi söylemi Arap çevresinin kaldırabileceğinden daha büyüktü. Bunun üzerine bölgesel Arap ablukası başladı, bölge ülkeleri arasında terör örgütü olarak sınıflandırıldı ve Lübnan ekonomik, mali ve diplomatik açıdan geriledi. Lübnan, Arap kıyafetini çıkarıp devrimci İran kıyafetini giydi, böylece İran'ın yüksek çıkan sesini ve Arapların sessizliğini kazandı. Arapların Hizbullah ile birlikte Lübnan'ın yanında yer aldığı, onu koruduğu, daha sonra Hizbullah’ın çevresinin yaralarını bizzat sardığı, ülkenin atardamarlarına yeniden hayat verecek parayı pompaladığı 2006'nın aksine, hiçbir Arap heyeti Lübnan'a gelmedi ve herhangi bir destekleyici Arap hareketine de tanık olmadı. Bugün Hizbullah İran'dan başka bir koruyucu bulamıyor, ancak o da  üzücü bir şekilde çekingen ve bariz bir biçimde aciz bir koruyucu. İran, Londra Borsası'nda hisse senetlerinin kaybedilmesi gibi bölgedeki nüfuzunu genişletmeye yönelik en büyük yatırımını da kaybedeceğinden emin görünüyor.

Uluslararası düzeyde Hizbullah, çoğu Batı başkentinde terör örgütü olarak sınıflandırıldı. Özellikle ABD, Hizbullah’a düşmanlıkta İsrail ile özdeşleşiyor ve şimdi içinde bulunduğu durumu, bölgenin kartlarını kendi çıkarları ve dünyaya bakışı doğrultusunda düzenleme fırsatı olarak görüyor. ABD, Hizbullah'ın Çin ya da Rusya için stratejik bir değer temsil etmediğinin çünkü çıkarlarının Arap ve Batı bölgeleriyle daha yakından bağlantılı olduğunun ve bu nedenle kendisini kurtarmak için hemen harekete geçmeyeceklerinin de farkında. Sadece İran, Hizbullah’ı kaybetmenin Kasım Süleymani'nin tasarladığı “ateş çemberi” teorisinin yıkılması demek olduğunun bilincinde. Onun için doğrudan bir savaşa girmenin her açıdan daha maliyetli olacağını da biliyor. Bu nedenle İran Cumhurbaşkanı, Doha'daki temasları sırasında, başta Suudi Arabistan olmak üzere İslam ülkelerine, Lübnan ve Filistin halkını korumak için el ele verme çağrısında bulunmayı tercih etti. Bu İran stratejisi, Tahran’ın, silahın yalnızca Lübnan devletinde olmasını ve Filistinliler için tek seçeneğin iki devletli çözüm olduğunu açıkça kabul etmediği sürece başarılı olmayacaktır. İran bunu kabul ederse bu büyük bir değişimi temsil edecek çünkü Kissinger'ın dediği gibi devrimden devlete dönüşecek.

Bölgenin kaderi iki lidere bağlı: Netanyahu ve Hamaney.  Birincisi, pragmatizmine rağmen İsrail'in düşmanlarını zorla ortadan kaldırma fikrine inanıyor. İkincisi ise İmami devrimin şehadet yoluyla zafer kazanacağına inanıyor ama her ikisi de ilk defa kendilerini doğrudan ve yıkıcı bir yüzleşmenin içinde buluyorlar. Aradaki fark şu ki, İsrailliler bunu beklerken İran içi çatışma istemiyor. Ayrıca İran ateş çemberi olmadan savaşıyor, İsrail ise NATO çemberi altında savaşıyor. İran'ın önünde yalnızca iki seçenek var; büyük bir uzlaşıya katılmak ya da sonucunu herkesin önceden bildiği bir savaşa sürüklenmek.