Yarın, Amerikalılar önümüzdeki birkaç yılda ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasını çizecek başkanlık seçimleri için sandıklara gidiyorlar. Bölgenin yaşadığı önemli koşulların gölgesinde, bu seçimlerin sonucu Washington diplomasisi, özellikle de Amerikan -İsrail ve Arap -Amerikan ilişkileri, Gazze ve Lübnan'da “ertesi gün” ile Ukrayna ve Tayvan gibi birçok sıcak noktada derin yankılar bırakacak.
Dış politikanın seçim sonuçlarını etkilemede genellikle ikincil bir faktör olduğu iyi biliniyor. Bununla birlikte, İsrail’e değişmez destek ve Çin'e güvenmeme gibi kamuoyundaki yankısı güçlü konularda iki parti arasında geniş bir fikir birliği bulunuyor. Seçim kampanyalarında dış politika genellikle, adayların küresel olarak güçlerini öne çıkarmak, bunların vergi mükellefleri veya ekonomideki koruyucu politikalar üzerindeki ekonomik etkisini değerlendirmek için gündeme getirilir.
Karizma ve ideoloji olarak aralarındaki farklılıklara rağmen, Donald Trump ve Kamala Harris, İsrail'e destek ve Çin ile yüzleşme gibi dış politika meselelerinin çoğunda yakınlar. İki parti de koruyucu politikaların önemi konusunda hemfikir olsa da, aralarında önerilen yollar farklı. Atlantik ve NATO aracılığıyla güvenlik ile ilgili sorunların yanı sıra iklim sorunlarında ise aralarında anlaşmazlık görülüyor.
Beklenen başkanın karşı karşıya kalacağı temel meselelere bakmadan önce, önemli bir yön, adayların kişiliği ve danışma ekibi öne çıkıyor. Trump, alışılmadık pozisyonları, danışmanlarından şüphe duyması ve kişisel sezgisine olan mutlak güveniyle öne çıkıyor ve bu da kararlarının tahmin edilemez olduğunu gösteriyor. Miras Vakfı ve diğerleri gibi muhafazakar düşünce kurumları tarafından çizilen fikir çerçeveleri tarafından sınırlandırılmayı reddediyor.
Harris'e gelince, aday gösterilmesinden itibaren güçlü ve kendine güvenen bir kişilik sergiledi. Demokratların uyumuna ve birliğine dayanan siyasi pozisyonlarına rağmen, dış politikası öngörülebilir gibi görünüyor. Büyük olasılıkla mevcut yönetimin “Biden doktrinine” ve yetkin uzmanlardan oluşan bir ekibin yazdıklarına dayanan yolunu benimseyecek.
Sabitelerle başlayalım:
- Adayların Başbakanı Binyamin Netanyahu veya diğerlerinin performansına yönelik tutumları bir yana, İsrail'in ve bölgedeki stratejik rolünün, desteklenmesi ve korunması. İki taraf da ABD’nin bölgedeki en güçlü ortağı, bölge meselelerine doğrudan dahil olmasını azaltmaya yardımcı olacak “dayanak” olarak İsrail'e askeri yardım sağlamaya bağlılar.
- ABD'nin terör örgütleri olarak tanımladığı yapılarla savaşmak ve devlet dışı örgütlerin uygulamalarını felç etmek. İsrail’i çevreleyen ateş kuşağını sökmek.
- Arap -İsrail normalleşmesini tamamlamak ve teşvik etmek.
Anlaşmazlıklara gelince:
- Netanyahu hükümetine karşı benimsenecek tutum ve uygulanacak politikalar. Neredeyse koşulsuz olan Cumhuriyetçi Partinin desteğine karşılık, İsrail'in Gazze'ye yönelik politikası Demokrat Parti'nin sol kanadında endişe yarattı; bu da Harris'i esaslardan vazgeçmeden daha muhafazakar bir dil kullanmaya, iki devletli çözüm ve Batı Şeria'daki yerleşimin kınanması gibi mevcut yönetimin pozisyonlarına bağlı kalmayı sürdürmeye sevk etti.
- Barack Obama diplomasiye odaklanıp İran ile bir anlaşma imzalarken, Trump katı bir duruş benimseyerek, anlaşmayı iptal etmiş ve yaptırımları sıkılaştırmıştı.
Trump kazanırsa; yeni bir anlaşmaya varmak için diplomasiyi yeniden aktifleştirebilir. Nitekim eylül sonunda, “bir anlaşmaya varmalıyız” diyerek müzakereye hazır olduğunu dile getirmişti.
- Arap -İsrail normalleşmesi süreci ile ilgili Demokratlar, Suudi Arabistan ile İsrail arasında normalleşme karşılığında Suudi Arabistan ile stratejik savunma iş birliği ile iki devletli çözümü içeren stratejik bir anlaşmaya varma çabası içindeler. Trump da bunu amaçlıyor ama aralarında tek fark var, o da özellikle Gazze ve Lübnan savaşlarından sonra Suudi Arabistan’ın normalleşme için şartı olan iki devletli çözüm konusundaki tutumları.
-Çin konusunda Biden yönetimi, gerek gümrük tarifeleri gerekse ileri teknoloji transferine getirilen kısıtlamalar ve insan hakları ihlallerine karşı cezalar olsun, Trump'ın Çin’e karşı önlemlerini sürdürdü. Bilhassa AUKUS 2 projesi aracılığıyla Hint-Pasifik bölgesindeki askeri varlığını güçlendirmek gibi bunlara yeni önlemler ekledi.
- Avrupa ile ilişkilere gelince, özellikle NATO ile cisim bulan güvenlik alanında iş birliği konusunda Cumhuriyetçi ve Demokratik kamplar arasındaki anlaşmazlıklar aşikar. Trump kısa bir süre önce Rusya’yı NATO’ya gereken ödemeyi yapmayan herhangi bir ülkeye saldırmaktan caydırmayacağı tehdidini yeniledi. Biden yönetimi, Senato'nun üçte ikisinin onayını almadıkça ittifaktan herhangi bir şekilde çekilmeyi yasaklayan bir yasa çıkarsa da, Trump'ın tehditleri Avrupalı müttefiklerinin korkularını uyandırdı.
-Ukrayna konusundaki pozisyon, Trump'ın Avrupa'daki politikaları için bir test olacak, zira Ukrayna’ya karşı savaşından sonra Vladimir Putin ile iletişim kurmaya devam etti. Topraklarını geri almayı vaat etmeden ve NATO’ya katılımını uzak bir ihtimale dönüştürerek Kiev’i Moskova ile müzakereye zorlamaya gayret edecektir. Harris ise mevcut politikaya uyacak ve Ukrayna'nın “zafer kazanması” gerektiği düşüncesine bağlı kalacaktır. Bu ise Putin'in zafer kazanması durumunda Avrupa güvenliğini tehdit eden risklere odaklanmakla birlikte Trump’ın münazara sırasında benimsemekten kaçındığı bir tutumdu.
Umarız ABD'deki şiddetli siyasi kutuplaşma, özellikle de oy farkı yakın olursa, seçimlerin çalındığı iddiasını ve Kongre baskını olayını hatırlatan yeni bir siyasi krize yol açmaz, zira bu, bölgesel ve uluslararası alanda işleri daha da zorlaştıracaktır.