Ebu Muhammed el-Culani'den Ahmed el-Şera'ya dönüşüm yolculuğu ve Heyet Tahrir el-Şam'ın (eski adıyla el-Nusra Cephesi) Suriye sahnesindeki yeni konumu, eşi benzeri görülmemiş siyasi ve fikri problemleri de beraberinde getiren karmaşık bir olguyu temsil ediyor. Sınır ötesi radikalliğin sembolü olan Culani, bugün Ahmed Şera'nın sesiyle ve kapsayıcı Suriye vatanseverliği, bölgesel istikrar ve kapsamlı kalkınma gibi kelimeleri benimseyen bir dille konuşuyor. Hatta Suudi Arabistan’ın 2030 Vizyonu gibi en örnek kalkınma ve ekonomi vizyonunu övüyor.
Bu boyuttaki dönüşümün ışığında, temel bir soru ortaya çıkıyor; Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) yerel ve bölgesel bir siyasi aktör olarak rolünü yeniden formüle edecek gerçek bir değişim ile mi karşı karşıyayız, yoksa gözümüzün önünde olup bitenler, meşruiyet ve zaman kazanmaya yönelik incelikli bir manevradan mı ibaret?
Cevap ne olursa olsun, Esed rejiminin devrilmesinden sonra Arap ve İslam siyasetinin vizyon ve hedef açısından farklı olan iki pragmatizm arasındaki benzeri görülmemiş bir çatışmanın ortasında olduğu kesindir. Bunlardan ilki iç reform, sürdürülebilir kalkınma, barış ve entegrasyon politikalarına odaklanarak sivil ulus-devletler inşa etmeyi amaçlayan ilerici pragmatizmdir. Karşı tarafta “cihatçı İslami pragmatizm”, radikal kökler de dahil olmak üzere ideolojik köklerini mutlaka terk etmeden yerel ve uluslararası gerçeklere uyum sağlamaya çalışıyor. Arap ve İslam dünyasının geleceğine dair birbiriyle çelişen vizyonlara sahip iki eğilim arasındaki çatışmanın sonucunun, önümüzdeki on yıllarda bölgenin özelliklerinin şekillenmesinde belirleyici olacağını söylemek abartı olmaz.
Devrimci, dogmatik milliyetçi ve Baasçı ideolojilerin yükselişi ve Arap ülkelerinin gücünü tüketen, siyasi ve toplumsal varlıklarını zayıflatan sınır ötesi çatışmalar karşısında ilerici pragmatizm varlığını sürdürdü. Tunus'ta Habib Burgiba, BAE'de Şeyh Zayed bin Sultan al-Nahyan ve Suudi Arabistan'da Kral Faysal deneyimleri ile somutlaşan, Sudan'da General Abdurrahman Sivar ez-Zeheb ile birlikte tohumları atılan bu akım, bilinçli bir şekilde güçlü kurumlar inşa etmeyi, insani gelişmeyi sağlamayı, yerel toplumla ve çevreyle gerçekçi, uzlaşmacı bir siyasi söylem benimsemeyi amaçlayan ulus-devlet kavramının yanında yer aldı.
Bu Arap siyasi akımının süreçleri farklılık gösterdi; örneğin Burgiba'nın kadın haklarını desteklemek, güçlü bir eğitim sistemi kurmak, Arap milliyetçiliği gibi duygusal ideolojilerden uzakta siyasi istikrarı sağlamak gibi cesur sosyal reformlar yoluyla modern bir ulus-devlet modeli sunduğunu görüyoruz. BAE, Şeyh Zayed ile birlikte ekonomik ve kalkınma pragmatizmine odaklandı ve bu da ülkeyi çalkantılı bir bölgede bir istikrar ve refah modeline dönüştürdü. Sudan'a gelince, Abdurrahman Sivar ez-Zeheb, iktidarı seçilmiş bir sivil hükümete devretmeyi seçti ve bu, iktidarın barışçıl aktarımına ilişkin değerlerin pekiştirilmesi konusunda benzeri görülmemiş bir bahis içeren bir adımdı ama başarılı olamadı.
Buna karşılık, “cihatçı İslamcı pragmatizm”, tarihsel olarak ya iki kamp, “Dar el-İslam ve Dar el-Harp” arasında savaşı ateşlemeye veya DEAŞ’ın yaptığı gibi hemen sınırları aşan bir “hilafet” kurmaya odaklanan geleneksel Selefi “cihatçı” düşüncesinde niteliksel bir gelişme olarak ortaya çıktı.
Afganistan'daki Taliban ve Suriye'deki HTŞ, küresel cihatçı eylemin tam anlamıyla benimsenmesinden vazgeçilmesini ve pragmatizmin damga vurduğu, fikri kökenlerinden tamamen kopmadan, projesinin önündeki gerçekçi engelleri dikkate alan “yerel yönetim” formülasyonu üzerine bahis oynanmasını temsil eden bu dönüşümü somutlaştırdı.
Şu ana kadar, örneğin, HTŞ ile el-Kaide örgütü arasındaki kopuşun anlamı veya Culani ile Ebu Bekir el-Bağdadi arasındaki ayrılmanın gerçek temeli hakkında tam bir tasavvura sahip değiliz. HTŞ’nin İdlib'de kontrol ettiği bölgelerdeki deneyimin ve bunları yönetmek için kurduğu kurumların değerlendirilmesi konusunda kesin sonuçlara ulaşamıyoruz.
ABD ile 2020 Doha Anlaşması'nı imzalayarak inanılmaz bir siyasi esneklik sergileyen Taliban ise, Batı'ya karşı bariz ideolojik düşmanlığına rağmen, anlaşmayı yabancı güçlerin Afganistan'dan çekilmesini sağlamak için taktiksel bir aşama olarak kullandı. Ardından daha önceki vaatlerini hiç umursamadan, kendi İslam şeriatı görüşüne uygun olarak sıkı bir İslami yönetim sistemi kurarak hemen temel projesini güçlendirmeye yöneldi.
Burada ilerici pragmatizm güçlerinin bir kişi olarak Culani'nin ötesine geçen ideolojik radikalizm ile siyasi, sosyal ve jeopolitik değişkenlere uyum sağlama konusundaki dikkate değer, kontrol altına almayı zorlaştıran esnekliği dengeleme becerisi ile yüzleşmede karşı karşıya olduğu zorluklar açıkça görülüyor. Zorluklar, siyasal İslam düşüncesinin Şam'dan gelen yeni biçimiyle artan çekiciliğiyle sınırlı değil; aynı zamanda daha pragmatik, daha az kapalı hale gelen ve bunun kendisine hayatta kalma, nüfuz kazanma ve mevcut siyasi yapıları tehdit etme konusunda yenilenmiş bir kudret kazandırdığı örgütlerle başa çıkmak için bölgesel ve uluslararası stratejilerin yeniden düşünülmesi gerekliliğini de içeriyor.
Geçmişte ilerici ulus-devletler ile Filistin-İsrail çatışmasını bu çatışmadaki geçerli akçe olarak kullanan ideolojik devletler arasında kendini gösteren çatışma, devlet ve topluma dair iki farklı vizyonu yansıtan iki pragmatizm, ilericilik ve İslamcılık arasında artık siyasi meşruiyetin kaynakları üzerine bir mücadeleye dönüştü. İlerici pragmatizm, nihayetinde sivil toplum sözleşmesinin temeli olarak vatandaşlık değerlerinin oluşturulmasına dayanırken, cihatçı İslami pragmatizm, bir sonraki duyuruya kadar, kendisini diğer kimliklerin potansiyel olarak dışlanmasını içerebilecek “ilahi kanunun” temsilcisi olarak sunan dini-ideolojik meşruiyete dayanıyor.
En büyük zorluk burada yatıyor: Başarı ve reform meşruiyeti doktrin meşruiyetine üstün gelecek mi? Bu sorunun cevabı Arap ve İslam dünyasının siyasi ve sosyal geleceğinin çehresini belirleyecek.