İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Suriye'deki azınlıklar kartı: Avantajları ve dezavantajları nedir?

Her şeyden önce ben, sömürülmesini, oluşumları yeniden şekillendirip başkalarının arzularına ve çıkarlarına göre tanımlamak için kendisini bir keski haline getirecek kadar ileri gidilmesini bırakın, azınlık kelimesinin aşırı kullanılmasını dahi tasvip edenlerden değilim.

Ancak dünya çapındaki siyasi tarih bize küçük veya (sınıf ve cinsiyet temelinde) ezilen bileşenlerin kaygılarını hafife almanın veya görmezden gelmenin tehlikelerini öğretir. Bu mesele çoğu durumda dış müdahale için hazır bir bahane oluşturdu. Yahut işgaller, sömürgeleştirme ya da “manda yönetimleri” için bir giriş noktası oluşturdu veya oluşumların parçalanmasına, sınırlarının keyfi olarak yeniden çizilmesine yıkıcı bir katkıda bulundu. Bir halkı yeni kurulan birkaç devlete dağıttı ve onları onlarca, hatta bazen yüzyıllarca süren iç savaşlara ve ayrılıkçı çekişmelere mahkum etti.

Öğrendiğimiz gibi, istila, boyun eğdirme ve tahakküm gücü aracılığıyla kabilelerin ve küçük oluşumların bir araya gelmesinden büyük, gevşek oluşumlar ortaya çıktı. Ulus-devlet olarak bilinen yapı ise ancak Avrupa'da 19. yüzyılda ortaya çıktı. Aslında Avrupa'da bile parlamenter demokratik yönetimin benimsenmesi, siyaset ve sosyal bilimcilerin “irredantizm” olarak tanımladığı “ayrılıkçılık” sorununu çözmede başarısız oldu.

Kimlikle ilgili sayfa sonsuza kadar kapanmış gibi görünürken, şimdi, aşırı sağ güçlerin yükselişi ve İtalya gibi bazı ülkelerde ayrılıkçı ya da izolasyoncu hareketlerle ittifak kurmasıyla birlikte, köklü Avrupa demokrasileri, yeniden kendilerini kimliklerinin özüne yönelik bir tehdit ile karşı karşıya buldular. Bir zamanlar İngiltere, Almanya ve İspanya gibi büyük imparatorluklar olan büyük Batı ülkelerinde ise izolasyon ve göç faktörleri arasındaki “etkileşim”, kapsamlı bir ulusal kimliğe ilişkin geniş anlayışları altüst etti.

Asya ve Afrika'da durum tam tersi gibi görünse de pek farklı değil...

Önümüzde Kuzey Afrika Berberileri, Hindistan alt kıtası, Afganistan ve İran’daki Beluciler, Türkiye ve İran Arapları, genel olarak Yakın Doğu Kürtleri ve Senegal'den Çad ve Kamerun'a kadar Sahel ve Sahra altı bölgelerindeki Fulaniler gibi büyük ve eski halkların örnekleri var. Bunların hepsi ve diğerleri -İsrail projesiyle yerlerinden edilen Filistinli Arap halkımız gibi- sömürgecilik yüzünden birliği parçalanan ve dağıtılan halklar ve gruplardır. Sömürgecilik bunları birçok yeni kurulan oluşum arasında dağıttı ya da dünya geneline yayılmış göçmen topluluklarına dönüştürdü. Böylece bölgesel ve uluslararası siyasi konuların yeniden tanımlanmasına katkıda bulunan krizler ve ayrılıkçı hareketler doğdu.

“Azınlıklar” meselesi ve onunla birlikte kadın hakları meselesi, Esed rejiminin devrilmesinden bu yana uluslararası toplumun Şam'daki yeni liderlik ile ilişkilerinin önemli bir parçası oldu. Doğal olarak bu tür bir davranış, bunu Suriye'nin egemenliğine gölge düşüren bir tür dikta olarak gören bazı Suriyeli ve Arap çevrelerde hoş karşılanmadı. Bunun, Suriyelilerin bir anlaşmaya varma, daha sonra bir arada yaşama ve dünyadaki en eski ve en zengin medeniyetlerden birinin hak ettiği gelişmiş bir devlet kurma becerisine şüphe düşürdüğünü de düşünüyorlar.

Gerçek şu ki, hem Batılıların üstten bakan davranışları olarak gördüklerinden rahatsız olan taraflar, hem de Esed sonrası Suriye’yi rehabilitasyon deneyimine tabi tutmaktan memnun olacak diğer taraflar, bazı yaklaşımlarında haklılar.

Rahatsız ​​olanlar için şunu söyleyebiliriz; yarım asırdan fazla süren kanlı bir despotluğun boyunduruğundan kurtulmak için her şeyini feda ederek mücadele eden, fedakarlık yapan Suriye halkı gibi her halk, böyle maliyetli bir kurtuluştan sonra özgürlüğün ve egemenliğin tadını çıkarma hakkına sahiptir. Coğrafya, güç dengesi ve stratejik çıkar hesaplarının kendisine dayattığı bölgesel ve uluslararası “çıkarların kesişmesi” nedeniyle seçim özgürlüğünün elinden alındığı on yılların ardından, şüphesiz geleceğine kendisi karar vermeyi hak etmektedir.

Öte yandan, “rehabilitasyon”un şartlarını kabul eden taraflara gelince, bazı noktalarda, isteklerinde haklılar.

Haklılar ama Suriyelilerin kahramanca mücadeleleri boyunca her zaman talep ettikleri, ama baskıya ve işkenceye maruz kaldıklarında, yerinden edildiklerinde, zehirli gazlarla ve varil bombaları ile öldürüldüklerinde bulamadıkları “uluslararası iyi niyetlere” sınırsız yetki de vermeliler. Bunun nedeni, yeni hükümet ve yönetimin henüz emekleme aşamasında olması, silahlı mücadelenin görevleri ile yönetim kurumlarının ve vatandaşlık devletinin inşasına uygun zeminin hazırlanması yöntemleri arasında büyük bir farkın bulunmasıdır.

İdlib'deki kurtuluş yanlısı devrimci çevrenin bileşenleri ve ihtiyaçları vardı ve çok şükür, silahlı kolu aracılığıyla kurtuluş görevini yerine getirmeyi başardı. Ancak artık zor ve karmaşık zorlukların olduğu daha geniş bir sahneyle karşı karşıyayız. Artık Kamışlı'dan Dera, Lazkiye ve Deyrizor'a kadar her alanda Suriyelilerin yankılanan birleştirici “Suriye halkı bir...bir...bir...birdir!” sloganın hayata geçirilmesine ihtiyaç var.

Burada mesele “zaferin yüz babası vardır” değil, “geleceğin Suriyesi'nin” bir grubun çiftliği değil, bir halkın vatanı olmasıdır.

Din, mezhep, ırk, cinsiyet, bölge farklılıklarının üstünde, vatandaşlık ve karşılıklı saygı dışında hiçbir Suriyelinin diğerine üstünlüğünün olmadığı, herkes için bir vatan olmasıdır.

Ayrıca diktatörlüğün kara sayfasının çevrilmesi aşamasının da hesap sormaya dayalı olması gerekiyor. Hesap sorma sorumluluğu ise yasal ve anayasal ehliyete sahip organlara ait olmalı, Amerikan işgalinden sonra kardeş Irak'ta gördüğümüz gibi, arkasında “yok etme” ve intikamcı hedeflerin olduğu, sözde adalet adına hem iyileri hem de kötüleri mahkum eden saha mahkemeleri değil.

Son olarak, yeni ve özgür Suriye bugün “polis-güvenlik feodalizmi” konumundan uluslararası toplumun parçası olan “kurumsal devlet” konumuna doğru ilerliyor. Bu, yeni liderliğin, nüfuzunu ve siyasi, ekonomik ve güvenlikle ilgili rollerini göz ardı etmenin imkansız olduğu büyük bölgesel aktörlerle ilişkilerdeki siyasi çıkarlarını “tanımlamasını” gerektiriyor.

Bu durumda siyasetin “mümkün olanın sanatı” olduğunu unutmamaya dikkat edilmeli!