Hazım Sağıye
TT

Bölgemizdeki katliamların birliği hakkında

Savaşlar ve felaketler fikirleri ve kanaatleri sarsıyorsa, mevcut savaş doğrudan politikaların ötesine geçen bir öneri olmadan nasıl devam edebiliyor? Maşrık (Levant) bölgesi kayboluyor, buna İsraillilerin Filistinlilere yaşattığı olağanüstü acı, Suriye ve Lübnan'a yönelik aşağılamalar ve burada yaşanan kayıplar ekleniyor. Bütün bunlar, sadece eski söylemlerin tekrar tekrar kullanılmasıyla bozulan hâkim sessizlikten, bölgeyi ve bölgedeki çatışmaları gözden geçiren ve farklı bir yorum ortaya koymaya çalışan, tanıdık olanı şok edebilecek önerilerle desteklenen bir söyleme acilen geçişi gerektiriyor. Zira bölgenin yenilgilere ve zorluklara verdiği geleneksel tepkiler olan savaşlar ve direnişler artık kimseye ikna edici gelmiyor.

“Soykırım”, “insanlığa karşı suçlar”, “savaş suçları” ve uygulanan veya uygulamakla tehdit edilen saldırgan uygulamalar artık tek bir çatışmayla sınırlı değil. Son savaşa neden olan bu çatışma, belki de çatışmaların en şiddetlisi ve en iticisi olmakla birlikte, onun ayrılmaz bir parçası. Zira kolektif suçun bizde bir asırdan fazla süren bir geçmişi var ki, bunu Kürtlerin, Asurilerin, Şiilerin, sonra Iraklı Sünnilerin ve Ezidilerin, Suriyeli Sünnilerin ve Alevilerin, Türkiyeli Ermenilerin ve İranlı Bahailerin tarihine, Hristiyanlığın zayıflamasına ve Yahudilerin neredeyse yok olan varlığına uzanan sürece baktığımızda görebiliriz. Böylelikle İsrail ile yaşanan çatışmanın ötesinde bölgesel meselelere bakmak ve bu çatışmayı, tüm dehşetine rağmen, tek başına bir zorla göç ettirme ve yerleşimcilik hadisesi olarak ele almamak önem kazanıyor.

Belki de söz konusu çatışmayı veya ondan geriye kalanları, bölgemizde bol miktarda yaşanan ve onu neredeyse yok eden iç çatışmalar panoramasına dahil etmek teorik olarak daha doğru, pratik olarak ise daha yararlı olacaktır. Nitekim işte Maşrık bölgesi, ülkeleri ve toplumlarıyla, İsraillilere kamusal yaşamında ve kendi kaderini belirlemede pay veren daha yüksek bir parçalanma aşamasına doğru ilerliyor. Böylece örneğin, geçmişte Lübnan'daki Hristiyanlara, Irak'taki Kürtlere ve diğerlerine karşı benzer tutumlar sergileyen İsrailliler, bugün Suriye'deki Dürzileri ve Kürtleri “savunmaya” hazır olduklarını duyuruyorlar.

Mezhepler ve etnik kökenler, onların acı dolu tarihleri ​​ve kurbanlarının sayıları hakkındaki konuşmalar yeniden gündeme gelirken, yaşadığımız çatışmalar bizi, bölge için öncüleri bölgenin sorunlarının bir olduğu gerçeğinden uzak bir düzeye dayanan, kapsamlı çözümler aramaya itiyor.

Bu kıyaslamayı reddeden ve söz konusu ihtilafın özgüllüğünde ısrar edenlere gelince, onu tek taraflı bir mesele ve aşkın bir din haline dönüştürmeye çalışırken, on yıllar boyunca da siyasi çözüm yolunu tıkadılar. Bu özgüllüğü pekiştirmek için yerleşimci sömürgeciliğin gerilediği bir dönemde İsrail'in kuruluşu yerleşimci sömürge projeleriyle ilişkilendirildi. Bir suç, ister sömürgeci isterse “iyi insanlarımız” tarafından işlenmiş olsun, suç olmaya devam etse de özgüllük kuramcıları, özgüllüğü vurgulayarak, sorunu çözmeme yönündeki köklü eğilime daha fazla kanıt sunmuş oldular. Bu yaklaşım, açıkça ifade edilmese bile, İsrail madem ki bir sömürge, yani uyumsuz ve doğaya aykırı olduğu için ortadan kalkmış bir olgunun kalıntısı, o halde ortadan kaldırılmalıdır fikrini içeriyor. Bunun kökleri, kana dönüştürülmesi halinde yüz binlerce cana mal olacak bir soykırımın yaşanmasına neden olacak eski “Filistin'i özgürleştirme” sloganında görülebilir.

Peki, ya yerleşimci sömürgeciliğin tanımı anlatılanla tam olarak uyuşmuyorsa? Zira ikincisinin dışarıdan geldiği ve 1948 yılında nüfusun büyük çoğunluğunu köklerinden koparıp kovduğu doğru ama onun eylemlerini, 19. yüzyıldaki işgal ve yerinden etme eylemlerini dikte eden sömürgeci bir projeyle ilişkilendirmek doğru değil.  Karşımızda onları kurban olmaktan çıkarıp cellada dönüştürmeyi sorunlarına çözüm olarak gören sosyalist ve laik bir tarafın önderlik ettiği Avrupa'daki zulümden kaçan, bireyler ve gruplar var. Filistinliler gibi İngilizlerle bir yandan pazarlık yaparken bir yandan da onlarla savaşıyorlardı. 1947’de Taksim Kararı alındığında, ardından 1948’de devlet kurulduğunda, kendilerine en büyük destekçi ve silah tedarikçisi olarak dönemin “anti-emperyalist hareketine” öncülük eden Sovyetler Birliği’ni buldular. 1917'deki “Balfour Vaadi”ne gelince (komplo teorisini dışlarsak doğru çeviri: Balfour Deklarasyonu'dur), bu, Birinci Dünya Savaşı'nda Avrupa Yahudilerinin İngiltere'yi desteklemelerini sağlamak içindi. Ancak iki yıl önce benzer bir amaçla McMahon-Şerif Hüseyin arasında yazışmalar olmuştu ve burada da İngiltere Araplara, Osmanlı’ya karşı ayaklanmaları karşılığında savaştan sonra bağımsız bir devlet “vaadinde” bulunmuştu. Aradaki fark, “vaat edilen” iki taraftan birinin bunu maddi bir gerçeğe dönüştürmeyi başarmış olması, diğerinin ise başaramamış olmasıdır.

Buna ek olarak, Arap ve Müslüman ülkelerden gelen göçmenler olan Doğu İsrailliler, Sefaradlar ve Mizrahiler, artık İbrani devletindeki Yahudilerin yarısından fazlasını oluşturuyorlar. Nüfusun beşte birini oluşturan Filistin Araplarını da bunlara eklersek, sömürgeci olarak “İsrail’in bölgeye yabancı” olduğundan bahsetmek tuhaf hale geliyor.

Nesiller boyunca Yahudi İsraillilerin İsrail'den başka bir vatanı olmadı ve ulusal dilleri olan İbranice de hiçbir ülkenin ulusal dili değil. Bu gerçekler Hasan Nasrallah'ın, halkının ülkesine bağlılığı zayıf olduğu için kendisini hızla terk edeceğini iddia ettiği İbrani devleti hakkındaki bilgi eksikliğini ortaya koyuyor.

Bir parçasının kendisini diğer parçalarından “özgürleştirmek” istediği bir bölgede yaşıyoruz. Büyük olasılıkla yaşanan deneyimler ve veriler, Filistinliler ve İsrailliler de dahil olmak üzere tüm halkların ve toplulukların barış içinde yaşamasına olanak tanıyacak şekilde, o bölgeyi tartışmaya ve koşullarını bir bütün olarak sorgulamaya yönelten bir düşünme biçimini teşvik ediyor.