Abdullah Utaybi
Suudi Arabistanlı yazar. İslami akımlar araştırmacısı
TT

İran, Kuzey Kore değil

Bölgenin sıcak noktaları artık başlıca aktörlerine tabi. Bir bölgede, konuda veya dosyada daha da ısınırken, diğerlerinde soğuyor. Burada politikalar, stratejiler ve vizyonlar ayrışıyor ve hem yenilgide hem de emellerde düşmanlar ile rakipler arasındaki rekabet büyüyor. Bu da  bölgemizdeki insanlık tarihinin bu tür anlarında akıllı bir insanı temkinli olmaya itiyor.

Altı yıl önce, 2019'da, bu satırların yazarı bu gazetede ve bu köşede, İran'ın genişleme ve nüfuz arzusu ile akılsızca maceralardan uzak, ulus-devlete, halkına ve çıkarlarına dikkat etmesi gerektiğini belirttiği bir makale yazmıştı.

Bundan çok önce, yine bu satırların yazarı Nisan 2007'de bugünkü makaleye benzer bir başlığa sahip bir makale yazmıştı: “Beyler, İran Kore değildir”. Tarih tekerrür etmese de, bazıları hâlâ Kuzey Kore ile İran arasında bu yanlış karşılaştırmayı yapıyor. Dolayısıyla mevcut sahne takip edenler için netleşsin diye, rasyonellik ve politik gerçekçilik, yazarın ve uzman araştırmacının iki model arasındaki açık farkları vurgulamasını gerektiriyor.

Kuzey Kore, İran’daki karar vericileri her zaman eski ihtişamın bir kısmını geri kazanmaya teşvik eden Pers medeniyeti ve imparatorluğu gibi bir medeniyet ve imparatorluk mirasına sahip değil. Kuzey Kore, nükleer silahı koruma arzusuyla ekonomisini tüketmiş fakir bir ülke. Nükleer silah için küresel olarak gelişmiş ve ekonomik olarak zengin bir ülkede yaşayan Güney Kore'deki ikizine göre halkını yoksullaştırmış ve çok acılar çekmesine neden olmuş bir ülke. İran ise büyük petrol, doğal gaz ve diğer doğal kaynak rezervlerine sahip zengin bir ülke.

Dahası, Kuzey Kore farklı bir siyasi yol seçmesi halinde ortak bir kalkınma inşa etmek için güvenebileceği bir komşu Kore'ye sahip. Ama İran çeşitli nedenlerle düşmanlık etmediği hiçbir komşu ülke bırakmadı. Bir diğer önemli fark, birbirini takip eden nesiller tarihten ders aldığından, Kore'de “üçüncü nesil” ülkenin yüklerinin bir kısmını hafifleten pratik çözümlere ulaşabildi. İran'da durum böyle değil, İslam devriminin ilk nesli hâlâ ülkeyi yönetiyor ve iktidarın dizginlerini elinde tutuyor. Bu, Şah'ı deviren ve Amerikan elçiliğine saldıran nesil; devrim, pembe rüyalar ve devrimci ideoloji nesli. Devriminin artık eskimiş zaferi, mantıksal düşünme, kazanç ve kayıpları hesaplama konusunda gözünü ve sağgörüsünü kör edebilir.

Çağdaş insanlık tarihindeki “devrimlerin” tarihini, modern kavramı netleştikten sonra okuyan herkes, bunların toplumlara her zaman aşılmaz engeller, uzun süreli acılar ve vahşi kanlı bir şiddet miras bıraktığını kolayca keşfedecektir. Bu bağlamda modern zamanın en önemli üç devrimini hatırlayabiliriz; Fransa, Rusya ve ABD. Bu konuyu daha derinlemesine araştırmak ve tesadüf olamayacak benzerliklerin şaşırtıcı ayrıntılarını keşfetmek isteyenler Amerikalı tarihçi Crane Brinton'ın “Devrimin Anatomisi” kitabını okumalıdır.

Bu bağlamda önemli soru şudur: İran devleti “devrimi” aşarak bir “devlete” dönüşebildi mi? Cevap birçok alanda evet, bazı alanlarda ise hayırdır. Binaenaleyh özellikle Lübnan, Suriye, Yemen ve Gazze'deki direniş ekseni hem İsrail hem de ABD tarafından vurulduktan sonra politikaları değişmeye başladı. Trump ABD'si savaş davullarını o kadar güçlü çaldı ki, Obama'nın on yıl önceki başarısız müzakerelerinde olmadığı gibi müzakere masasına oturmak zorunda kaldı.

Bölge gerçekten de Gazze, Lübnan, Suriye, Yemen ve de Irak'ta hâlâ sıcak bir tabakanın üzerinde yaşıyor. İran'a gelince, çağdaş tarihinin kritik bir anı ile karşı karşıya. Kendisini ve bölgeyi benzeri görülmemiş bir tarihi meydan okumadan kurtarmak için tarihinin tüm bilgeliğinden ve aklın mirasından yararlanması gerekiyor. Bölgede hiç kimse bu tehlikeli meydan okumanın kaderinin bilinemeyeceği bir noktaya ulaşmasını istemiyor.

Son olarak, rasyonel olarak yapılabilecek çok fazla şey yok. Gerçekçilik açısından ise, bazı gerekli siyasi tavizler, takipçileri tatmin eden ve tehlikeyi uzaklaştıran ideolojik sloganlarla örtbas edilebilir.