Son iki haftadır bir kısmını ele aldığımız “dört idol” etrafındaki tartışma, yüzyıllardır düşünürleri meşgul eden temel bir sorudan kaynaklanıyor. Sorunun özü şu: Ahlaki değerleri üretmek için akla tamamen güvenilebilir mi?
Sanırım çoğu insan alaycı bir şekilde gülecektir. Bazıları belki de şöyle diyecektir: Akla güvenmiyorsak neye güvenebiliriz? Akıldan başka bilgi ve anlam üretmenin bir yolu var mı?
Aslında, başkaları akıldan daha üstün bir kaynak olduğunu veya aklın yargılarının geçerliliğini doğrulamak için başvuracağı bir dengeye ihtiyaç duyduğunu savunarak bu soruya zaten cevap vermişlerdir.
Aklın yeterliliği konusundaki şüphenin, onu etkileyen, yargılarında önyargılı olmasına veya konuları anlayamamasına neden olan faktörlerden kaynaklandığı açıktır. Yukarıda geçen “dört idol”, aklı yanlış yola sürükleyen faktörlere bir örnektir. Bunlardan bazılarının bireyin kendisinde, bazılarının ise sosyokültürel çevresinde var olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu faktörler, aklı genellikle önyargılı belirli bir yola yönlendirmek için birlikte çalışır ve bu nedenle ulaştığı şeyin geçerliliğinden emin olamayız.
Antik felsefeden, doğal hukuk temelinde yargı ve değer sistemleri kuran Sokrates ve öğrencilerinin görüşlerini biliyoruz. Bu fikrin özü, dünyanın, eksiksiz bir sistem olduğu ve parçalarının insan yaşamı için önemli olan hedef ve amaçlara ulaşmak için ince yollarda ilerlediğidir. Bu hedefler, sisteme değerini veren ve bize gerçeğini bildiren şeydir.
Bu görüşe dayanarak, en iyi sosyal sistemin, kozmik düzenin yollarından ve amaçlarından ilham alan bir sistem olduğunu savundular. Başka bir deyişle, aklın ürettiği bilginin geçerliliğini, doğru ve eksiksiz olduğunu zaten bildiğimiz doğal düzenle uyumlu olup olmadığına göre değerlendirdiler.
Aynı şekilde, bu felsefi akım, en büyük ahlaki değerlerin, insanlar onlara ulaşmadan önce doğal düzende var olduğunu varsaymıştır. Çünkü “ahlak”, en basit haliyle, “bir insanın yapmak istediği ile yapması gereken arasındaki uyum”dur, yani gerçek imge ile eylemin ideal imgesi arasındaki uyumdur. Bu ideal imge, doğal düzenin gerekleriyle tam bir uyumdur. Bu noktadan hareketle, aklın daha büyük değerleri ve ahlakı üretmediğini, aksine bunları doğal düzenden türettiğini savundular.
Bu görüş, Müslüman toplumunun diğer ulusların bilimlerine açılmasıyla birlikte ona da geçti. Bir miktar etkisi oldu. Ancak Müslüman düşünürler, vahyi bilgi ve ahlak kaynaklarına ekleyerek ve doğal düzenin rolünü bir nebze azaltarak alternatif bir model geliştirdiler. İslam düşüncesi daha sonra iki eğilime ayrıldı; vahyin ve açık metinlerinin merkeziliğini vurgulayan “ahbari” eğilimi ile aklı yücelten, hatta belki de vahiy metinlerinin önüne koyan eğilim. Bu akımın en önde geleni, aklın tam bir delil olduğunu ve akıl olmadan ne Allah’ı, ne O'na itaat zorunluluğunu, ne de elçilerin zorunluluğunu ve mesajlarının doğruluğunu bilemeyeceğimizi savunan Mutezile idi. Buna göre Allah aklı yaratmış, onu dünyadaki tüm varlıkların merkezi yapmış ve insanın değerini akla dayandırmıştır. Akıl sahibi insan, Allah'ın emir ve öğretilerinin muhatabıdır ve yeryüzündeki halifesidir. Ayrıca, yaratılışın, rızkın, inançların ve İslam şeraitinin hükümlerinin, temelleri, yapıları ve gerekçeleri bakımından, akıl sahibi insanlar tarafından kabul edilen bilimsel veya mantıksal kurallara dayandığını söylemişlerdir. Bu nedenle, “akıl, hüküm koymanın yegâne kaynağıdır.” Bu tehlikeli görüşü haklı çıkarmak için de “akılcı iyilik ve kötülük” ilkesinin mantıksal temelini genişlettiler. Bu ilkenin özü, her insan eyleminin doğası gereği belirli bir iyilik veya kötülük içerdiği ve bunların her ikisinin de akıl yoluyla algılanabileceğidir. Akıl bir eylemin iyiliğini veya kötülüğünü tanırsa, mükafatı veya cezayı yargılayabilir hale gelir. İlahi emir ve yasak fikrinin özü budur.
Bugün sadece bunları ele alabildik, önümüzdeki günlerde Ahbarilerin ve Avrupa döneminin görüşlerini sunmayı umuyorum.