ABD Başkanı Richard Nixon'ın görevden ayrılmasının üzerinden 40 yıl geçti, ancak hayaleti Amerikan siyaset sahnesine geri döndü. 1970'lerde Nixon, Vietnam Savaşı'na ve yönetimin Pentagon Belgeleri'nden Watergate'e kadar uzanan skandallarına yönelik siyasi muhalefeti bastırmak için yönetimi aracılığıyla Federal İletişim Komisyonu'nun (FCC) yetkilerini kullanarak büyük televizyon kanallarını sindirmeye çalışmıştı.
Bu senaryonun bugün daha incelikli ve etkili araçlar kullanılarak tekrarlandığına dair artan bir korku var. Cumhuriyetçi yönetim, ilerici rakiplerinin yıllardır kendisine karşı bilediği aynı kılıcı kullanıyor; “dışlama kültürü”.
Artık mesele üniversitelerdeki, sosyal medya platformlarındaki “tasfiye” kampanyaları veya medya araçlarını dava etmekle sınırlı değil; yürütme organının kalbine uzandı. Tehlikeli bir emsal oluşturacak şekilde, FCC Başkanı Brendan Carr, hükümetin taleplerine uymayan kanalların yayın lisanslarını iptal etmekle tehdit etti. FCC Başkanı’nın baskıları, muhafazakâr aktivist Charlie Kirk suikastı hakkındaki yorumlarının nahoş ve nefret dolu bulunmasının ardından ABC kanalını sunucu Jimmy Kimmel'ın programını askıya almaya zorladı.
Bundan önce de CBS kanalı, işverenlerinin ana şirketi Paramount ile Başkan Donald Trump arasındaki mali anlaşmayı eleştiren Stephen Colbert'ın “The Late Show” programını Mayıs 2026'da sona erdirme niyetini açıklamıştı. Bu karar, Paramount'un büyük bir birleşme anlaşması için hükümet onayına ihtiyaç duyması nedeniyle ABD yönetiminin Colbert'ın programının durdurulması yönündeki baskısından kaynaklandığı düşünülerek tartışmalara yol açtı.
Tehlikeli olan, ABD'de medya özgürlüğü üzerindeki siyasetin etkisine dair temel soruları gündeme getiren bu olay ve kararların, yalnızca gelir ve izlenme oranıyla ilgili ekonomik nedenlere indirgenmesi, fikri ve siyasi çatışma tanımlarının kasıtlı olarak bunlardan uzaklaştırılmasıdır. Oysa meselenin özü burada yatıyor.
Kimmel ve Colbert'ın başına gelenler, Trump ve Trumpizm'in sorumlu olduğu ABD'deki özgürlük değerlerinden ani bir sapma değil. Karşı karşıya olduğumuz şey, ABD'deki ilerici hareketlerin, belirli ifade biçimlerinin anayasal korumayı hak edemeyecek kadar “tehlikeli” olduğu fikrini sürekli olarak meşrulaştırdığı uzun bir sürecin trajik ve mantıksal sonucudur.
“Nefret söylemiyle mücadele” ve “ötekileştirilmiş grupları koruma” gibi asil sloganlar altında, üniversiteler konuşmaları iptal etmeye, yayınevleri kitapları geri çekmeye ve şirketler çalışanlarını işten çıkarmaya zorlandı; tüm bunlar, sosyal medyanın da etkisiyle artan yoğun kamuoyu baskısıyla gerçekleşti.
Bu uygulamaların savunucuları, her zaman bunların ifade özgürlüğüyle ilgili olduğunu inkar ederek, dışlayıcı yöntemlerini “belirli tutum ve fikirlerin sonuçlarına karşı bir savaş” olarak sundular. Amerikan ilericileri ve Woke (Uyanık) Hareketi, bireysel özgürlükleri ve hakları güvence altına alan Anayasa'nın Birinci Ek Maddesi tarafından yasaklanan “devlet sansürü” ile bireyler ve kurumlar tarafından uygulanan “toplum sansürü” sorumluluğunu ayırma ilkesini oluşturdular.
Bugün de Amerikan sağı, büyük medya şirketlerini boyunduruk altına almak için aynı gerekçeleri ve daha da trajik olanı, aynı devlet araçlarını kullanıyor. Medya şirketlerinin iktidardaki yönetime sadakatin kapıları açtığını, muhalefetin ise kapattığını, bunun da milyarlarca dolarlık düzenleyici ayrıcalıkların kaybedilmesi anlamına geleceğini anlaması isteniyor.
Bu, kendi içinde bölünmüş bir ABD'de, ilk olarak Amerikan solu tarafından geliştirilen “hesap sorma” ve “dışlama kültürü” söylemi üzerinden aşırı sağ ve aşırı sol arasında nadir görülen bir yakınlaşma anıdır.
Aşırı sağ ile mücadele etmek için keskinleştirilen silah, bu kez sağın kendisi tarafından kullanılıyor. İlerici hareketler tarafından geliştirilen araçlar ve kavramlar, yani “sonuçlarla” savaşmak için özgürlükleri bastırma fikrini meşrulaştırmak, siyasi ve değer temelli anlaşmazlıkları iyi niyetli bir denetim gerektiren “ahlaki acil durumlara” dönüştürmek, artık Cumhuriyetçilerin ve muhafazakâr otoritelerin hizmetinde.
Durumu daha da karmaşık hale getiren, Amerikalılar üzerindeki her türlü devlet vesayetine karşı en yüksek hassasiyete sahip olan Cumhuriyetçi Parti'nin doğasındaki bu değişimin, derin bir tarihsel adaletsizlik duygusuna dayanmasıdır. Muhafazakârlar, akademik, medya ve teknik çevrelerde uzun yıllardır sistematik bir ötekileştirme ve aşağılamaya maruz kaldılar. Bu durum, şimdi aynı misilleme ve dışlama araçlarının kullanımını meşrulaştırmak için kullanılıyor ve Amerikan demokrasisinin özünü yok etmekle tehdit ediyor.
Cumhuriyetçi Parti ve içindeki Trumpçı akım hakkında birçok soru soruluyor. Ancak kaçınılmaması gereken soru şu: “Herhangi bir siyasi parti ifade özgürlüğünü bastırma mantığını benimseyip, sonra da bu mantığın kendisine karşı kullanılmamasını bekleyebilir mi?”
Amerikan sistemi, sistemin kendi kendini düzelttiğine ve “zehirli ve nefret dolu söylemle” mücadele etmenin sansür, silme ve dışlama kültürüyle değil, daha fazla ifade özgürlüğü ve diyalogla sağlanabileceğine dair sarsılmaz bir inanç üzerine inşa edildi.
Sol liberalizm, seçkinleri arasında bazı fikirler o kadar “zehirli” ki, kabul edilemez ve ortadan kaldırılmalıdır şeklindeki tehlikeli bir fikir birliğinin yerleşmesine izin verdiğinde kendisine ihanet etti.
Burada soru şu: Neyin “kabul edilebilir” neyin “kabul edilemez” olduğuna karar verme yetkisi kimde?
ABD'deki siyasi bölünmenin yankıları, bireysel özgürlükleri güvence altına alan temellere ve çeşitliliği koruyan ilkelere kadar ulaştı ve artık sorun şu: ABD, özgürlük fikrinin kendisini ortadan kaldırma riskine girmeden bazı özgürlükleri nasıl ortadan kaldırabilir?