Bu yazı, Batı Avrupa'daki politik yönelimleri etkileyen yapısal faktörler hakkındaki bir tartışmanın özetidir. Bu faktörler, tüm sanayileşmiş toplumlarda farklı roller oynuyorlar ve genel olarak modern bir ekonomiye doğru ilerleyen toplumlar için de ileri bir deneyimi temsil ediyorlar.
İlk olarak iki tür siyasi analiz arasında ayrım yapmamız önemli. En yaygın olanı, sahadaki aktörler arasındaki etkileşime odaklanır ve (her bir tarafın kazandığı ve diğerinin kaybettiği) bu etkileşimin sonuçlarının siyasi yaşamın gerçekliğini şekillendirdiği varsayımına dayanır. İkinci tür ise jeopolitik unsurlara, yani hükümet veya siyasi programlardaki değişikliklerle değişmeyen sürekli güç kaynakları ile zayıflık nedenlerine odaklanır. Zira bu kaynaklar ve nedenler, iktidar grubundan bağımsız olarak siyasi sahneyi etkilemeye devam ederler.
Bu yazıda, politik yönelimleri etkileyen jeopolitik faktörlerden biri olan azalan doğurganlık oranına odaklanacağım. Bunu, Avrupa devletlerinin dayandığı “refah devleti” modeliyle etkileşimini göz önünde bulundurarak açıklayacağım. Bu modele ileride başka bir makalede ayrıca değinebiliriz.
Doğurganlık oranı, kadın başına beklenen doğum sayısıdır ve göç almadan aynı nüfus büyüklüğünü korumak için kadın başına doğum oranı 2,1 altına düşmemelidir. Bu nedenle bu sınıra “yerine koyma altı doğurganlık oranı” denir. Karşılaştırma yapmak gerekirse, örneğin Suudi Arabistan, kadın başına 2,3 doğumla küresel olarak en yüksek olan orana sahiptir. Ancak Avrupa Birliği'nde bu oran 2023'te kadın başına 1,34 doğuma düştü. Doğurganlık oranı önemli çünkü bir toplumun ekonomiyi canlandırmak için gerekli iş gücünü sağlama yeteneğini belirler. Doğum sayısı azalırsa, çalışmaya hazır kişi sayısı da azalırken, buna karşılık, maddi desteğe ihtiyaç duyan emekli sayısı artar. Şu anda Avrupa Birliği'nde yaşlı nüfusun (65 yaş ve üzeri) oranı nüfusun yüzde 21,6'sına ulaşmış durumda ve bu oran artmaya devam ediyor.
İşçi sayısındaki azalma, ekonomik faaliyetlerin azalması ve dolayısıyla harçlara ve vergilere dayanan devlet gelirlerinin daralması anlamına geliyor. Bu da elbette kamu hizmetleri sistemi üzerindeki baskının artmasına ve büyük ölçekli yatırımlar gerektiren herhangi bir genişleme veya gelişmenin dondurulmasına yol açıyor.
Başta Fransa ve İsveç olmak üzere birçok ülke doğumları teşvik etmeye çalıştı, ancak bu politikalar pek başarılı olamadı. Mantıklı görünen bir diğer çözüm ise büyük ölçekli göçlere izin vermek. Örneğin Almanya, 2022'de 1,5 milyon, 2023'te ise 660 bin göçmeni kabul etti. Resmi rakamlar, yıllık 200 bin göçmen akışının uzun vadede Alman ekonomisine yaklaşık 100 milyar avro katkı sağladığını belirtiyor. Bu, göçün başlangıçta maliyetli görünse de net ekonomik değer yarattığı anlamına geliyor. Şu anda göçmenler Alman nüfusunun yüzde 25'ini oluşturuyor. Ancak büyük ölçekli göçün sonuçları da yok değil, zira kimliğin kaybedilmesine veya dönüşümüne yönelik bir endişe duygusunu da tetikledi. Aslında Avrupa hükümetleri, kültürel çeşitliliğin ulusal kimliğin hayati bir parçası olarak değerini vurgulayarak bu sorunu ele almaya çalışıyor. Bu eğilimi güçlendirmek için hükümetler göçmenleri siyasi hayata katılmaya teşvik ediyor ve gerçekten de bazıları halihazırda bakanlıklar üstleniyor veya parlamentolarda yer alıyorlar. Ne var ki birçok vatandaş, özellikle de geleneksel muhafazakârlar, endişeyle şu soruyu soruyor: Göçmenler yönetilenlerden yöneticilere dönüşecek veya ülkemizin yönetimine mi katılacaklar?
Bazıları, özellikle de ilerici politikacılar, şu yanıtı verebilirler: Ne olmuş yani? Göçmen, tıpkı her yerli vatandaş gibi çalıştığı, vergi yükümlülüklerini yerine getirdiği ve burayı kendi vatanı olarak gördüğü sürece, yalnızca ten rengi, dini veya yaşam tarzı nedeniyle endişelenmeli miyiz?
Yüzeysel olarak bu sorular basit ve cevapları apaçık ortada gibi görünüyor. Ancak gerçekte, basit cevapların asla çözemeyeceği şekilde mantık, duygu ve tarihsel deneyimin yansımalarının iç içe geçtiği derin bir karmaşıklığı gizliyorlar.