Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

İzak Rabin'e dönüş

Suikastının üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen, İsrail Başbakanı İzak Rabin'in kalıcı önemi silinemedi. Barış kampı ve literatüründe elde ettiği neredeyse efsanevi statü, 7 Ekim 2023'teki Hamas saldırısının ve ardından gelen savaşın yıkıcı sonuçlarıyla daha da pekişti.

Geçen cumartesi gecesi adını taşıyan meydanda yaklaşık 150 bin kişinin taşıdığı pankartta yazılı olduğu gibi Rabin haklı mıydı? Bu sorunun cevabı, kesişmeleri suikast anını doğuran İsrail'in iç çatışmalarının rehinesi olarak kalacak. Rabin ile ilgili ayrışma, güvenlik ve demokrasi kavramları ve İsrail'in bugün içeride aşınmadan dış tehditlere karşı kendini koruyup koruyamayacağı konusundaki daha geniş ayrışmanın bir parçası olmayı sürdürecek.

Ancak bu büyük toplanma, bizi ve İsraillileri Rabin'in 1995'te neyi temsil ettiğiyle ilgili değil, yıkıcı savaş, iki devletli çözümün çöküşü ve çatışmanın tüm taraflarının tutumlarının sertleşmesi nedeniyle radikal dönüşümler yaşayan bir bölgede mirasının ne anlama geldiğiyle ilgili başka bir soru ile de karşı karşıya bırakıyor.

Rabin, başından beri bir barış güvercini değildi, hayatının son dönemlerinde Oslo Anlaşması sürecini kabul etme noktasına ulaşan bir askeri ve güvenlik şahiniydi. İsrail'in özellikle 1967’deki savaşta elde ettiği askeri zaferler, onun dünya görüşünü şekillendirdi ve Batı Şeria'da benimsediği sert politikalarla, idari gözaltı ve ev yıkımlarıyla tanındı. 1993'te Beyaz Saray’daki törenden iki ay öncesine kadar Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile doğrudan müzakerelere direndi.

Rabin'in barışa doğru attığı adım, uzun vadeli bir ideolojik değişim içermeden, çatışma yönetiminde askeri gücün sınırlı olduğuna dair pragmatik bir kavrayışı temsil ediyordu. İsrail'in Filistin topraklarını işgal etmeye devam etmesi halinde karşılaşacağı demografik ve ahlaki tehdide bizzat tanık oldu ve bunun hem Yahudi hem de demokratik bir devlet olarak İsrail kimliği üzerindeki olumsuz etkisini anladı. 1980'lerin sonlarında, savunma bakanı iken baskıcı politikalarla karşılık verdiği Birinci İntifada'nın patlak vermesiyle birlikte, baskının Filistinlilerin iradesini kıramayacağı ve kalıcı bir güvenlik sağlayamayacağı onun için netleşmişti. 1992'de başbakan olarak döndüğünde, güçlü bir konumda iken varılacak siyasi çözümün siyasi bir lüks değil, stratejik bir zorunluluk haline geldiğine ikna oldu. Bu nedenle, Soğuk Savaş'ın bölgesel çatışmaları çözmek konusunda sunduğu fırsattan yararlanarak, Oslo Anlaşması ile sonuçlanan gizli müzakereleri destekledi. FKÖ ile karşılıklı tanımayı, çatışmayı kontrol altına almanın ve çatışmayı kontrol edilebilir sınırlar içinde tutmanın bir yolu olarak gördü.

Rabin suikastının otuzuncu yıldönümünü değerlendirirken, Oslo Anlaşması'nın temsil ettiği süreci rayından çıkaran ikili İsrail-İran darbesinin ana hatları ortaya çıkıyor. İsrail içinde aşırı sağ, Rabin'i şeytanlaştırmak için bir kampanya yürüttü ve bu kampanya, fanatik Yahudi Yigal Amir tarafından öldürülmesiyle sonuçlandı. Bundan sonra, Oslo Anlaşması’nı içeriden sistematik olarak çökerten, yerleşim yerlerini genişleten, Filistin Ulusal Otoritesi’ni egemenliği temsil eden güçlerden mahrum bırakan, özyönetimi herhangi bir siyasi vizyondan yoksun, salt idari bir işleve dönüştüren bir dizi sağcı hükümet kuruldu. İsrail dışında ise İran-Irak Savaşı'nın sona ermesiyle aynı zamana denk gelen dönemde Tahran, Arap Maşrık (Levant) bölgesine devrimci modelini ihraç etmeye başlamıştı ve sınırlarının ötesinde bir bölgesel nüfuz inşa etmek için Filistin meselesini ideal bir kapı olarak görmüştü. İran, özellikle Oslo Anlaşması'nın imzalanmasının ardından İslami Cihat ve Hamas hareketlerine verdiği destekle, çatışmayı yeniden askerileştirdi ve barış süreci ile Arap ve İslamcı destekçilerine karşı bölgesel bir projeye dönüştürdü. İntihar saldırılarının artması ve İsrail kamuoyunda güvenin azalmasıyla birlikte, “Filistinli bir ortak yok” düşüncesi yerleşimcilerin artan gücüyle birleşirken, Filistin, İran nüfuzunun arenası haline geldi.

Karşıt taraflardan İsrail sağı ve “direniş ekseni”, Rabin ile oluşan barış ortamını kendi yöntemleriyle hedef aldı ve sonunda Filistin devleti terk edilmiş bir fikir, Filistin Otoritesi kırılgan bir mekanizma ve Filistin davası iktidar mücadelesinde basit bir piyon haline geldi.

Ancak Rabin'in hatırası hem işgalin hem de direnişin gerçek bir ufuktan yoksun göründüğü bugünlerde yeniden canlanıyor. Bu, özünde mevcut gerçekliğin, dökülen kana ve yıkıma rağmen, bir karşı darbenin başlangıcı olabileceği olasılığını yeniden değerlendirme anıdır.

İran'ın araçlarını tüketip boğucu bir iç ve bölgesel çıkmaza girmesinin ardından Filistin sürecini yönlendirme gücünün azalması, İsrail sağının, İsrail'in askeri üstünlüğünün zirvesindeyken bile, zorlu bir siyasi zayıflık duvarına toslamasıyla birlikte, ılımlılık, barış ve uzlaşı akımı yeniden ön plana çıkıyor. Bugün daha güçlü olan kanaat, bölgesel istikrarın kalıcı bir işgale veya çatışmanın sürekli bir oldubitti olarak yönetilmesine dayandırılamayacağıdır. Bunun yerine, bir çözümün şartlarının yeniden tanımlanması ve barışçıl çözümün bölge için tek uygulanabilir ufuk olarak belirlenmesi gerekmektedir.

Barış şu anda uzak görünebilir ve muhtemelen de öyle. Ancak bugün asıl zorluk, siyasete açılan kapının kalıcı olarak kapanmasını önlemek için neler yapılabileceğini belirlemektir. Bugün Rabin'i düşünmek, çatışan taraflar arasındaki çıkmazı aşan ve barış fırsatlarını yeniden doğurabilecek siyasi yapıyı yeniden inşa eden rasyonel bir politikanın olası biçimini düşünmektir.