Mustafa Fahs
TT

Zarif ve İran anlatısının yeniden yazılması

Eski İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, İran siyasi elitlerle iktidar sınıfının hem reformist hem de muhafazakâr kanatları arasında bir buluşma noktası olarak öne çıkıyor. Bu sınıf, İran’ın eski jeopolitik etkisini yeniden tesis etmeyi amaçlayan yayılmacı bir imparatorluk kaygısı taşıyor. 1979 devrimi sonrası kurulan rejim, ‘devrimi ihraç etme’ sloganı altında, imparatorluk ve ideolojik mirası birleştirerek jeopolitik anlatısını meşrulaştırmayı başardı; buna karşın bu etkinin herhangi bir yayılmacı karakter taşıdığı iddiasını sürekli reddediyor ve bunu İran’ın ‘doğal konumunun’ yansıması olarak tanımlıyor.

Doha Forumu’nda Zarif oldukça tahrik olmuş görünüyordu; İran’ın en tanınmış diplomatı duygularını gizleyemedi. Daha önce ılımlı bir yüz olarak sunulan Zarif, bu kez daha çok şahin bir tonla konuştu. Kırk yılı aşkın bölgesel müdahalelere dair yeni bir yorum getiren Zarif, İran’ın nüfuz politikalarına ahlaki bir zemin kazandırmak için bunları Arap dünyasının temel meseleleri, özellikle Filistin ile ilişkilendirdi. Böylece İran nüfuzunu milliyetçi-imparatorlukçu bir girişim olarak gören ve bunu ideolojik kılıfla meşrulaştıran görüşe karşı bir çerçeve sundu.

Zarif, İran’ın vekil güçlerini desteklemenin ‘ağır bir bedeli’ olduğunu kabul etmekle birlikte, onların yalnızca kendi davaları için savaştığını, Tahran için hareket etmediklerini savundu. Zarif bir an için hem kayıpları kabul eden hem de İran’ın zayıflığını reddeden bir tutum sergileyerek çelişkili bir izlenim verdi; aşırılıklara kaçan üslubuyla, ülkesinin hâlâ ‘bölgenin tartışmasız en güçlü devleti’ olduğunu vurguladı. Ayrıca Arap ülkelerini, ‘İsrail tehdidine’ karşı birlik olmaya çağırdı.

Açıkça görülüyor ki Zarif ve rejimi, doğrudan karşı karşıya gelmenin sonuçlarıyla jeopolitik nüfuz açısından bir kriz yaşıyor: Bir yanda İran, diğer yanda İsrail. Bu ilk tur çatışma hem İran’ı zayıflattı hem de Tel Aviv’i izole etti. Stratejik sonuç olarak, yeni bölgesel düzen içinde İsrail’in kibirli tutumunun kabul edilemeyeceği anlaşıldı; Tahran artık geleneksel bölgesel üçgenin (İran-Türkiye-İsrail) temel bir unsuru değil ve yeni denge eksenlerinden birinde yerine Suudi Arabistan ve Pakistan geçti.

Bu dönüşüm, Zarif’in tepkisini ve bölgede şekillenmekte olan yeni siyasi yolları öngörme çabalarını açıklıyor. Onun konuşması, geçmişi haklı çıkarma çabası olmanın ötesinde, değişen ittifaklar karşısında İran nüfuzunun geleceğini savunma girişimi olarak okunabilir. Zarif bölgesel kamuoyunu, İran’ın dini-milliyetçi bir hegemonya projesi olmadığını, aksine ‘haksızlığa uğramış’ bir devlet olarak kendisini ve çevresindekileri savunduğuna ikna etmeye çalışıyor.

İç siyasette ise Zarif, geleneksel devrimci söylemin yerine geçen yeni bir anlatıyı İran halkına sundu. Bu söylem, geçmişin yol açtığı kayıpları ve içte yaşanan sıkıntıları kabul etmekle birlikte, artık bunları ‘ahlaki’ veya ‘direnişçi’ bir görev olarak değil, stratejik bir gereklilik olarak tanımlıyor.