Binyamin Netanyahu'nun Washington'a yapacağı ziyaret, dostane bir davetten ziyade bir çağrılma gibi görünüyor. Aylardır Ortadoğu için yeni bir politika oluşturmaya çalışan ABD Başkanı Donald Trump, Netanyahu'nun çözüm vizyonuna ulaşma yolunda bir engel olarak gördüğü eylemlerinden bıkmış durumda. Keza İsrail'in özellikle planının ikinci ve daha karmaşık aşamasının uygulanmasını ağırdan almasına da daha fazla tahammül edemez. Bunların Netanyahu ile doğrudan görüşülmesi gerekiyor, çünkü Netanyahu halen bölgeyi bir çatışma döngüsünde tutan, güç mantığıyla yönetilen bir güvenlik yaklaşımının esiri olmayı sürdürüyor.
Bu görüş ayrılığı Gazze ve Suriye'de açıkça görülüyor. Gazze'de Trump, Filistinlilere en azından uygulanabilir bir geçiş çerçevesi sunan, gelecekte Filistin devletine giden yolu açan siyasi bir çözüm temelinde güvenliği yeniden tesis edecek bir atılım gerçekleştirmeye çalışıyor. Netanyahu ise iktidarını sürdürmesini haklı çıkaracak “ertelenmiş bir zafer” ilan etmesine olanak tanıyacak, ardından sert sağcı politikalarını uygulamasının önünü açacak güvenlik arasından başka bir şey istemiyor. Savaşın üzerinden iki yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Netanyahu, savaş sonrası dönem için gerçekçi bir vizyon sunmadı. Filistinlilere çatışmanın özü olduğu varsayılan şeyi sunan, yani Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkını tanıyan hiçbir formülü de kabul etmedi. İronik bir şekilde, Netanyahu'nun uzlaşmazlığı şimdi Trump'ın Gazze planı için bir engel haline geldi ve pozisyonları bölgesel istikrarı tehdit eden yüke dönüştü.
Suriye'de de aralarındaki anlaşmazlık aynı derecede açık ve net. Çoğu Arap, Batılı ve İslam ülkesinin desteğiyle Amerikan yönetimi, Ahmed eş-Şara liderliğindeki yeni rejimi kucaklama yoluna gitti. Gerçekçi koşullar altında ve idealist emellere kapılmadan siyasi bir geçişin, savaşın harap ettiği ülkeyi çatışmaların çoğaldığı arenaya dönüştürecek açık bir kaostan daha iyi olduğunu kabul etti. Washington artık rejimleri devirmekle değil, daha çok Türkiye de dahil olmak üzere NATO ülkeleriyle birlikte daha sonra bölge için kapsamlı bir vizyona entegre edilebilecek süreçler kurmakla ilgileniyor. Ancak Netanyahu, değişim öncesi dönemin mantığına göre hareket etmeye devam ediyor. Bu mantık, aralıklı saldırılara, iç dengeleri bozma girişimlerine, mezhepsel karşıtlıklardan yararlanmaya, Türkiye'nin rolüne karşı çıkmaya ve Suriye'deki kaostan faydalanmaya dayanıyor.
Bu görüş ayrılığı, yöntemler farklı olsa da temelde bir anlaşmazlığın bulunmadığı Lübnan'da ortadan kalkıyor. Washington ve Tel Aviv, Hizbullah'ı silahsızlandırmanın ve askeri gücü Lübnan devletinin elinde toplamanın gerekliliği konusunda hemfikir. ABD, silah konusunda ikilik devam ettiği sürece Lübnan'ın yeniden inşasının imkansız olduğuna inanırken, İsrail güvenliğine tehdit oluşturduğu sürece Hizbullah’ı hedef almayı meşru bir hak olarak görüyor. Bu görüş birliği, Washington'un güneydeki İsrail operasyonlarının devam etmesine göz yummasını sağlıyor. Genel stratejiye, yani devlet dışı aktörler dönemini sona erdirmeye hizmet ettiği sürece, Hizbullah liderlerine yönelik suikastlara, teçhizatının nokta saldırılarla hedef alınmasına da müsamaha gösterebilir.
Bu anlamda, bugün bölgede üç stratejinin etki için yarıştığı söylenebilir. Birincisi; Türkiye tarafından da desteklenen Amerikan-Arap stratejisidir ve Filistin sürecinde ilerlemeye bağlı bölgesel bir güvenlik sistemi aracılığıyla savaşları sona erdirmeyi ve kalıcı barışı sağlamayı amaçlamaktadır. İkincisi; halen kaba kuvvet mantığının esiri olan, silahın sınırlarını kavrayamayan ve taktiksel zaferleri siyasi kazanımlara dönüştüremeyen İsrail stratejisidir. Nitekim Beşşar Esed rejiminin devrilişi ve İran'ın çekilmesi, İsrail için tarihi bir kazanım gibi görünse de İsrail'e arzuladığı şeyi sunmadığı ve tek taraflı projesinin temel taşı olamayacağı için bunu da isteksizce kabul etti.
Üçüncüsü, İran liderliğindeki direniş ekseninin stratejisidir ve benzeri görülmemiş bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. Gazze, Lübnan ve Suriye'de inisiyatifi kaybettikten sonra, söylemleri kimseyi ikna etmeyen sloganlara dönüştü. Zorlu veya hayali hedeflerini gerçekleştirebilecek bir stratejinin yokluğu, eski yaklaşıma bağlı kalanlarla ona karşı çıkanlar arasındaki iç bölünmeleri derinleştirdi. Kaldı her ikisi de alternatifler geliştiremiyorlar. Bu kafa karışıklığı, müttefikleri için de geçerli; Hizbullah ve Hamas bir kimlik meselesi olarak silahlarına sıkı sıkı sarılırken, karar alma süreçleri, dönüşümleri kabul etmeyi reddeden grup ile yenilgiyi kabul eden ancak çıkış yolu bulamayan bir grup arasında çekişmeler yaşıyor. Dolayısıyla, eksenin zamana ve rakiplerinin değişen pozisyonlarına bahis oynama politikası, geleceğe yönelik gerçek bir stratejinin alternatifi olmaya devam ediyor.
Bu stratejilerin birçok kusuru var. Birincisi, Gazze, Suriye ve Lübnan'daki muhtemel gidişat gerçek bir barıştan ziyade, uzlaşı veya barış kılıfı altında pazarlanan güvenlik anlaşmalarının temelini atıyor. Bunlar yeni bir bölgesel düzen kurma düzeyinde değil ve güvenlikle ilgili uzlaşılarla yetiniyorlar. İkincisi, bu stratejiler toplumsal dönüşümü kavrayamıyorlar; güç tek başına çatışmaları çözmez, önemli olan tarafların büyük vaatlere olan inancını kaybetmiş, artık geleceklerini direnişte veya dış ittifaklarda değil, istikrarın ve fırsatların sağlanmasında, kurumlara olan güvenin yeniden tesis edilmesinde gören toplumlara hitap edebilme yeteneğidir.
Herkes zamana bel bağlıyor, ancak artık zaman onların elinde değil. Her geçen gün taraflardan her biri etkisinin bir kısmını kaybediyor; İsrail itibarını ve ilişkilerini, İran nüfuzunu ve Washington da güvenilirliğini kaybediyor. Bu ziyaret herkesin iradesi için bir sınavdır; gelecek mi istiyorlar yoksa kırılgan bir bugünün kalıntılarını mı tüketmek istiyorlar?