Lübnan’daki belirsizlik, ardı ardına gelen hegemonya, vesayet ve işgal dönemlerinin ürünü olan, kronik ve varoluşsal bir sorun olarak öne çıkıyor. Bu tarihsel arka plan, iki farklı söylem ortaya çıkardı: Her biri kendi savunucuları açısından ‘ulusal’ nitelik taşısa da gerçekte birbiriyle uyumsuz olan bu söylemler, Lübnan’ın kuruluşundan bu yana büyük ve küçük meselelerde, iç ve dış politikalarda yaşadığı dikey ve yatay bölünmeyi büyük bir doğrulukla yansıtıyor.
Geçmişte olduğu gibi bugün de bu bölünme, ‘ulusal’, ‘egemenlikçi’ ve ‘bağımsızlıkçı’ olarak sunulan, ancak muğlaklık içeren tutum ve sloganların ortaya çıkmasına yol açtı. Bu yaklaşımlar, egemenliğin ortak bir tanımından, bağımsızlığın üzerinde uzlaşılan bir anlamından ya da kapsayıcı bir yurtseverlik anlayışından yoksun kaldı. Sonuçta, siyasi çıkarlara, ideolojik aidiyetlere ya da cemaat temelli bağlılıklara göre çelişkili biçimlerde yorumlanmaya açık hale geldiler. Bu durum, devlet inşasını ve ulusal karar alma birliğini olumsuz etkilerken, Lübnan’ın bölgesel çatışmalarda tutarsız konumlanmalar sergilemesine de neden oldu. Bugün bu tablo, İran ile İsrail arasındaki karmaşık denklem ve hassas yaklaşımda açık biçimde kendini gösteriyor.
Bir yanda, Lübnan’ın artık kaybettiği İran bulunuyor; zira İran, tüm Lübnanlılara yönelik bir siyasi destekçi olma vasfını yitirerek belirli bir kesimin hamisi konumuna indirgenmiş durumda. Diğer yandaysa herhangi bir Lübnanlı taraf için müttefik aktör olarak tanımlanması mümkün olmayan, tehditleri durdurulamayan ve askerî olarak caydırılamayan İsrail yer alıyor. Lübnan’daki belirsizlik, bu iki uç arasında, hem resmî düzeyde hem de elitler nezdinde sergilenen tutumlarda somut biçimde ortaya çıkıyor.
Resmî tutum açık ve net; bu tutum, Dışişleri Bakanı Yusuf Recci’nin, hükümetin İsrail’le yürütülecek müzakerelerin hedefi konusunda bağlı kaldığı çerçevede dile getirdiği yaklaşımda somutlaşmaktadır. Tahran söz konusu olduğunda ise Recci’nin, İran’dan iç işlere müdahaleden vazgeçmesini diplomatik bir dille talep etmesi gereklidir. Ancak diplomasi şefliği sıfatıyla en doğru adım, nezaket amaçlı değil, açık ve doğrudan bir mesaj iletmek üzere bizzat Tahran’a gitmesi olacaktır. Bu mesaj, iki halk arasındaki tarihsel ilişkileri koruyan bir çerçevede olmalı; aynı zamanda bir inkâr hâli içinde bulunan İran yönetimine, kabul gören bir rol ile reddedilen nüfuz ya da hegemonya arasındaki farkı net biçimde anlatmalıdır. Ayrıca İran’ın kültürel, ticari ve toplumsal bağlarının tüm Lübnanlı grupları kapsaması gerektiğini, belirli bir topluluğu ‘koruma’ iddiasına sığınamayacağını vurgulamalıdır. Zira vatandaşlarını korumak yalnızca devletin yetki alanındadır. Şii topluluğun özgünlüğü bağlamında ise, Tahran’da açık ve dürüst bir dil kullanılması, Lübnan Şiilerinin ve onların ülkedeki rolünün korunması anlamına gelir; bu yaklaşım, İran’la aralarındaki kültürel ve manevi bağların da sağlıklı biçimde sürdürülmesine hizmet eder.
İran liderliğinin, Tahran’da, üst düzey bir Lübnanlı yetkiliden şunu duyması daha doğru olacaktır: Lübnan ve Lübnanlı Şiiler, İran’ın elinde ne genişlemeci ne de stratejik bir platform ya da araçtır; bir mezhebin mensuplarının, ideolojik aidiyetler uğruna bölgesel çatışmalara sürüklenmesi kabul edilemez. Diplomatik ilişkiler mevcut olduğuna göre, İran’la ilişki kurmanın yolu, onu varoluşsal bir düşman olarak görmekten değil, geçmişte Lübnan üzerinde belirli bir dönem hâkimiyet kurmuş bir siyasi rakip olarak ele almaktan geçmektedir. Bu noktada, bazı Arap ülkelerinin benimsediği yaklaşım örnek teşkil etmekte olup, Suudi Arabistan modeli gerçekçi ve sorumlu bir tutum olarak öne çıkmaktadır.
Diğer tarafta ise özellikle bazı elitler nezdinde ‘Lübnan’daki belirsizlik’ bağlamında, İsrail’le barışın basit bir tercih ya da siyasi arzu olarak ele alınması mümkün değildir. Son yıllarda ortaya çıkan ve mevcut koşullarda yaşanan muğlak örneklere benzer şekilde, bazı Lübnanlıların aceleci bir barış yönündeki isteği, en azından Lübnanlıların yarısı tarafından kabul edilemez bir seçenek olarak görülmektedir. 1983 yılında, işgal koşulları altında imzalanan ve Lübnan ile İsrail arasında güvenlik ve siyasi nitelik taşıyan 17 Mayıs Anlaşması da barışa yol açmamış, bu anlaşmadan onu müzakere edenler vazgeçmiştir. Anlaşmanın, 1984 yılında Cumhurbaşkanı Emin Cemayel hükümetine karşı düzenlenen ve ‘6 Şubat askerî ayaklanması’ olarak bilinen hareketle düşürüldüğü yönündeki iddialar ise gerçeği yansıtmamaktadır. Geçmiş deneyim, Lübnanlı elitler ulusal koşullar çerçevesinde barışı düşünmeye her yaklaştığında, bunun yapısal imkânsızlıklarla karşılaştığını ortaya koymaktadır.
Bu durum, Lübnan’ın Arap-İsrail çatışmasının yükünü taşımaya mahkûm edilmesi anlamına gelmemektedir. Aksine, ülke içinde mevcut olan ve kapsamlı bir Arap çözümünün parçası olmayan, ya da Riyad’ın öncülük ettiği ve ‘iki devletli çözüm’ şartına bağlı bir süreçle örtüşmeyen herhangi bir tek taraflı barışın hayata geçirilmesini imkânsız kılan yapısal engellerin kabul edilmesini gerektirmektedir. Bu gerçeğin Şam tarafından da idrak edildiği; Suriye’nin, çatışmayı tümüyle sona erdirmekten ziyade, silahlı mücadeleyi durduracak güvenlik düzenlemelerine yöneldiği görülmektedir. Zira çatışma, askerî olmayan başka biçimler de alabilir.
Bu çerçevede, Lübnan’ın İran ile İsrail arasında sıkışan belirsizliğinin çözümlenmesi gerekmektedir. İran’ı bir devlet ve bir halk olarak ele aldığımızda, bölge halkları ve ülkeleriyle paylaşılan ortaklıklar derin ve geniştir. İsrail tarafında ise herhangi bir ‘ötekiyi’ tanımayan, bunu siyasi temsilcilerinin tutumlarıyla da ortaya koyan bir toplum yapısı söz konusudur; bu toplumun büyük bir kısmı, bölgedeki halklarla hiçbir ortak noktaya sahip değil.