Hanna Salih
Lübnanlı yazar
TT

Erdoğan Türkiyesi ve Arap dünyası ile çatışma politikası

Yeni yıl başlarken Türkiye’nin Arap ülkelerine karşı meydan okuması da çok ileri bir aşamaya ulaştı. Bu meydan okuma, 2003 yılında Bağdat’ın düşmesi ve Irak’ın ABD’li yöneticisi Bremer’in Irak ordusunu feshetme kararı ile belirginleşmeye başladı.
Ardı sıra emperyal meydan okumalar ve İran, İsrail ve Türkiye gibi düşman ülkelerin, Arap bölgesine egemen olma emelleri ortaya çıktı. Bilindiği gibi söz konusu ülkeler, nüfuz ve güçlerini sınırlarının dışına uzatma girişimlerinden hiçbir zaman vazgeçmediler.
Siyonist nüfuz yeni yıla ABD idaresinin desteğiyle, Golan Tepeleri ve Kudüs’teki varlığını güçlendirmeye, Batı Şeria’dan toprak koparmaya, nüfuzunu Suriye’nin güneyine genişletmeye dönük attğı tehlikeli adımlarla girdi. Tel Aviv, ABD ve Rusya’nın ortak desteğini aldıktan sonra Suriye ve Irak’ta İran’ın mevzilerine hava saldırıları düzenledi.
Mollalar rejimi ise yıllardır, dört Arap başkenti Bağdat, Şam, Beyrut ve Sana’yı doğrudan yahut Yemen’de Husiler, Irak’ta Haşdi Şabi ve Lübnan’da Hizbullah gibi milis güçler yoluyla kontrol etmekle övünüyor. Fars hilalinin dolunay olmasına ramak kaldığını ilan ediyor. Siyonist rejim, doğrudan işgal ve Batı Şeria’da yoğun yerleşim yerleri inşaatlarıyla genişliyor. Kendisine karşı mücadele ve direniş ise farklı şekilleriyle sahada devam ediyor ve uluslararası meşruiyet aracılığıyla gerçekleşiyor. Tahran’a gelince, halihazırda Irak ve Lübnan’da derin bir devrimle karşı karşıya bulunuyor. Bilhassa Rusya ile arasında kaynakları kontrol etme konusunda bir çekişmenin var olduğunun ortaya çıkmasıyla Suriye’de nüfuzu sarsılıyor. Yemen’de Arap Koalisyonu’nun desteğiyle meşru güçler, darbeci Husilerin kontrolüne son verme yolunda ciddi ilerlemeler kaydediyor.
Emellerine hizmet etmesine bağlı olarak bir ABD bir Rusya’ya kayan Erdoğan Türkiyesi’ne gelince, Suriyeli İslami eğilimli örgütlerin paralı askerleri aracılığıyla özellikle Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de doğrudan askeri müdahalelerde bulunuyor. Biri Katar diğeri Somali’de iki düşman üs kurdu ve Trablus’a paralı askerlerden oluşan birlikler gönderiyor. Tahran’daki Mollalar rejimi gibi Suriye, Katar, Somali, Tunus ve Libya’daki varlığı ile övünüyor. Türkiye-İran emperyal hegemonyasını tamamlayacak şekilde Fars hilaline paralel olarak ‘Yeni Osmanlıcılık’tan bir İhvan (Müslüman Kardeşler) hilali kurmakla gururlanıyor.
Uzun bir zamandır Türk propagandası, Halep’in kuzeyinden Musul’a kadar uzanan bölgenin Türk etki alanı olduğundan bahsediyor. Bu bölgeyi Türkleştirme yöntemini takip ediyor. Türk ekonomisinin gerilemeye ve AK Parti’nin çözülmeye başlamasıyla (İstanbul’u geri alma seçimlerindeki büyük yenilgi ile zirveye ulaştı) Erdoğan, içerideki rolünü geri kazanmak için Kuzey Suriye’de Kürtleri dağıtmaya dayanan plana daha çok güvenmeye başladı. Bu plan ayrıca Türkiye sınırlarına yakın Kürt bölgeleri arasındaki iletişimi engellemeyi, Türkiye’nin bölgedeki rolünü pekiştirmek adına Fırat’ın doğusundaki geniş bir bölgeyi Araplaştırmayı amaçlıyor.
Ancak bölgedeki rüzgârlar ve hızlı bir şekilde etki alanını genişletme hayalleri sert gerçekler duvarına çarptı. Türkiye, Fırat’ın doğusundan petrol bölgesine ve doğal zenginliklere ulaşma hedefini gerçekleştirmekte başarısız oldu. Türkiye’de bulunan bir milyon Suriyelinin yerleştirilmesini planlanladığı güvenli bölgeyi inşa edemedi. Geniş ölçekli tehcir politikasına ve Kürt sivilleri hedef alan ihlallere rağmen Ankara bu konuda başarısız oldu. Öte yandan kendisine istediği yatırım hayalini sunmayan İdlib’i elinde tutmasının zor olduğunu keşfeden Erdoğan’ın emelleri bu kez Doğu Akdeniz ve Libya’ya yöneldi. Ancak Ankara’nın bölgeye yönelik emelleri yeni değil. Nitekim yaşanan devrim sonucunda Ankara, Sudan’da büyük bir darbe almış ve Kızıldeniz’deki stratejik Sevakin adasından vazgeçmek zorunda kalmış olsa da Tunus-Gannuşi ile ilişkileri derinliğini korudu.
Türkiye Cumhurbaşkanı, Türkiye’yi mevcut sınırlarına hapseden ve dış emellerini gerçekleştirmesini engelleyen 1920 Sevr ve 1923 Lozan anlaşmalarına başkaldırma düşüncesine kapılmış bir durumda. Nitekim Erdoğan, “Serrac hükümeti ile mutabakat Sevr’in ters köşe edilmesidir” açıklamasını yaparak Türkiye’nin Libya’ya müdahalesini de bu iki anlaşmaya bağladı. Buradan yola çıkarak Türkiye, geçmişin ihtişamını geri kazanmak için bir atak durumunda diyebiliriz. Bu da Erdoğan’ın en öne çıkan rakiplerinden olan Davutoğlu’nun ‘sıfır sorun’ politikasından Türkiye’yi uzaklaştırdı ve hâlihazırda Arap dünyası, Avrupa ve ABD ile çatışma politikasını benimsemesini sağladı. Egemenlik sınırları ve intikam konusunda Farslılar ve Siyonistler ile uzlaşmasına yol açtı.
Buna bağlı olarak, Libya petrolü ve Türk şirketlerinin burada daha büyük rol oynamasına ilişkin yeni Osmanlı emelleri de yüzeye çıktı. Daha da önemlisi Türkiye’nin Libya karasularında daha gelişmiş bir statü elde etmesini amaçlayan saldırgan politika gün yüzüne çıktı. Ankara’nın Kuzey Kıbrıs’taki işgaline dayanarak Doğu Akdeniz’de gerçekleştirdiği yasa dışı arama faaliyetleri göz önüne alınırsa doğal gaz sahalarını ele geçirmeyi amaçladığı açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Yine seksenli yılların başında tanımlanan münhasır ekonomik bölge sınırlarının Türkiye’ye Akdeniz’in zenginliklerinden istediğini vermediği dikkate alınırsa bu faaliyetlerin asıl amacının bu olduğu net bir şekilde meydana çıkmaktadır.
Enerji kaynakları, Türkiye için bölgede tehlikeli bir itici güç oluşturdu. Bu nedenle Ankara, ağır güç kullanmaya başladı. Libya halkına karşı savaşa katılmaları için yüzlerce Suriyeli paralı askeri Libya’ya gönderdi. Yüzlerce Türkmen paralı askeri sevketti. Nitekim tamamı Türk istiharatına bağlı ‘Sultan Murat’, ‘Süleyman Paşa’ ve ‘Mutasım’ gibi adlara sahip radikal terör örgütlerinden birlikler hala Libya’ya ulaşmaya devam ediyor.
Savaşmaları için bu gruplara, Serrac hükümetinin Libya halkına ait olan paralardan ödediği yüksek maaşlar veriliyor, teşvikler ve cazip teklifler sunuluyor. Erdoğan’ın büyük tartışmalara ve protestolara neden olan Tunus ziyareti sırasında, Türkiye’nin çıkarları söz konusu olduğunda Libya’ya asker göndermeye hazır olduğunu ilan etmesi de aynı zamana denk geldi.
Yeni Osmanlı Sultanı ayrıca askeri müdahalesine gerekçe olarak Libya’da yaklaşık 1 milyon Türk asıllı nüfus olduğunu iddia etti. Yani Erdoğan, Libya savaşının uzaması ve küreselleşmesi, ülkenin zenginliklerinin yağmalanması ve bölünmesi riskini taşıyan müdahalesini haklı göstermek için Libya nüfusunun çeyreğinin Osmanlı’nın torunlarından oluştuğu gerekçesine sığındı. Mısır’ı doğrudan tehdit etmeyi amaçlayan askeri müdahalesine bahane olarak Türk asıllı Libyalıları kullandı.
Erdoğan, Suriye’de devrimin askeri bir yapıya dönüşmesi, Suriyelilerin tamamına yaşattığı felaketlerle iç savaşın uzaması konusunda ülkesinin oynadığı tehlikeli rolü, Libya’da tekrarlamak istiyor. Türkiye-Yeni Osmanlı; Arap ülkelerinin istikrarı ve halklarının çıkarları aleyhine olsa da bölgenin zenginliklerinden daha büyük pay kapmak, hegemonyasını dayatmak için tüm oyunları oynamaktan kaçınmıyor.