Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

2020'de Yemen'i neler bekliyor?

Son yazımızda 2019 yılında Yemen’i ele almış ve geçen yılın hadiselerini kafası karışık siyasi sahnenin uzantısı saymıştık. Bu yazıda ise yeni yıl 2020 çerçevesinde Yemen’in olduğu gibi mi kalacağını yoksa olduğundan farklı mı olacağını sorgulayacağız?
Bazı ülkelerde meydana gelen devrimlerin geçmişin sayfalarını kapatmaya neden olduğunu söylemeye gerek yoktur. Kendinden önce yaygın olandan bir kopmayı ortaya çıkararak veya siyasi sahnede değişimler yaratmakla yetinerek – ki bu durumda kelimenin tam anlamıyla devrim sayılmaz- geleceğe dönük yeni sayfalar açmaya yol açtığı aşikardır.
Kuzey Yemen’de kimileri, 26 Eylül 1962’de siyasi sistemin doğasının değişmesini, İmamet dönemi ve yok olan rejimine karşı bir devrim olarak gördüler. Kimileri de kendisini Cumhurbaşkanı Abdullah el-Sellal’ın gerçekleştirdiği askeri bir darbeden ibaret gördüler.
Yemen Arap Cumhuriyeti ile Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti arasında 1990 yılının mayısında birliğin deklare edilmesi önemli bir hadise sayıldı. Çünkü ilk kez, egemen iki ülke arasında tek bir devlet formatında bir birleşme süreci gerçekleşmişti. Bu birlik, Mısır ile Suriye arasında olduğu gibi geçmişte yaşanan Arap birliği deneyimlerinin başarısızlığını telafi eden bir model yaratabilirdi. Özellikle de yeni devletin, çok partili bir düzenine, özgür ve dürüst seçimler aracılığıyla iktidarın barışçıl bir şekilde değişimine, ifade özgürlüğüne vb. dayanan bir siyasi sistem benimsediği göz önüne alınırsa.
Mısır ile Suriye arasındaki birliğin yaklaşık 2 yıl sürdüğü göz önüne alındığında birleşik Yemen devletinin 30 yıldır devam etmesini, Yemen’in birleşme deneyiminin başarısına işaret ettiğini düşünenler var. Oysa gerçek bundan farklıdır ve şok edicidir. Zira 1994 yılında Güney Yemen, bu iki devlet arasındaki bağı çözme girişiminde bulundu.
Güney ile Kuzey arasındaki ilişkinin gerçek yüzünü bilenler için Yemen birliğinin bu kadar süre devam etmesini başarı olduğunun bir işareti olarak saymak mümkün değildir. Bu diğer bölgesel deneyimler için de geçerlidir. Nitekim birkaç gün önce İngiltere, Brexit süreci ile 47 yıldır üyesi olduğu Avrupa Ekonomi Topluluğu’ndan (daha sonra Avrupa Birliği’ne dönüştü) ayrıldı. Bilindiği gibi Güney Yemen gibi bu birleşme ve birlik çerçevesinin içine girme girişiminde bulunan İngiltere olmuştu.
İngiltere’nin bölgesel bir örgüt olarak AB’ne katılmasının ve geri çekilmesinin yasal niteliğinin, egemen iki devlet arasındaki birlik meselesinden farklı olduğu doğrudur. Tek başına zaman faktörünün birliğin başarılı olduğunu kanıtlamakta yeterli olmadığına şüphe yoktur. Zira halkların çıkarları zaman ve mekana, her iki deneyimde olduğu gibi siyasi seçkinlerin çıkarlarına göre değişebilir.
Yukarıda, İmameti deviren 1962 Eylül devrimine işaret etmiş ve kendisini modern Yemen tarihinin önemli bir hadisesi olarak tanımlamıştık. Halihazırda Husilerin meşru yönetime karşı gerçekleştirdikleri darbeyi, devrimcilerden intikam almak demeyelim de Abdulmelik Husi önderliğinde İmameti geri getirme umudu ve çabası sayabiliriz. Husiler kendilerini İmamet rejiminin uzantısı saysalar da onları ilgilendiren asıl nokta yönetimi geri almaktır. Dolayısıyla bunu, mevcut cumhuriyet sistemini koruyarak gerçekleştirmeye dahi hazırlar. Bunun nedeni elbette cumhuriyet sistemini sevmeleri değil Güney Yemen’i kaybetmemektir. Çünkü Güney Yemen’in kendisi, Yemen Cumhuriyeti’nin yüzölçümünün üçte birini oluşturuyor. Dolayısıyla Kuzey Yemen’de yaşanan nüfus patlamasına çözüm ve yerleşim yeri bulmak için Güney’e ihtiyaçları var. Bunun yanında Güney Yemen bir petrol ve doğalgaz servetine sahiptir. Her şeyden önemlisi de Babu’l Mendep, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu’na bakan Umman Denizi’ndeki stratejik konumudur.
Altmışlı yıllarda Kuzey Yemen’de, Suudi Arabistan tarafından desteklenen Kralcılar ile Mısır’ın desteklediği Cumhuriyetçiler arasında yaşanan iç savaşta kriz yaklaşık iki ay içerisinde çözüldü. BM’nin arabuluculuğu kısa bir süre içerisinde sonuç verdi. 1994 yazında yaşanan savaştaki BM arabulucuğu da aynı şekilde çabuk sonuç vermişti.
Bu noktada sorulması gereken soru, söz konusu iki dönemdeki siyasi, bölgesel ve küresel sahne ile 2011 yılından 2020’ye uzanan mevcut Yemen krizinin siyasi sahnesi arasındaki farklılığın nedenleri nedir?
Altmışlı yıllardaki iç savaş, Soğuk Savaş dönemine denk gelmişti. Suudi Arabistan ve Mısır’dan her biri Sovyetler Birliği ile ABD tarafından küresel olarak destekleniyorlardı. 1994 savaşında Mısır ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri durumu sakinleştirmeye çalışmışlardı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 1994 yılında aldığı ve savaşı durdurma, Yemen’in kuzey ve güney tarafları arasında müzakare çağrısında bulunan kararının arkasında durmuşlardı. Dönemin BM Genel Sekreteri olan Butros Butros Gali’nin iki taraf arasındaki çatışmanın uzamaması yönünde harcadığı çabalar da buna katkıda bulunmuştu.
Bu noktada, geçici olsa da uluslararası düzeyde önemli ve çarpıcı olabilecek bir gözleme işaret etmeliyiz. Altmışlı yıllar ile doksanlı yılların ortasında meydana gelen krizler, Yemen’in ana olayları, ABD’de Demokratların yönetimi sırasında gerçekleşmişti. Altmışlı yıllarda ABD’de Demokrat John Kennedy, doksanlı yılların ortasında ise Demokrat Bill Clinton başkandı.
Aynı şekilde mevcut Yemen krizi 2011 yılında palak verdiğinde de Beyaz Saray’da Demokrat Başkan Barack Obama vardı.
Bu dönemde ABD’nin ve onunla birlikte Avrupa ülkelerinin Ortadoğu’da İran’a yönelik politikalarının temel ilgi noktası, İran ile nasıl bir nükleer anlaşma imzalanacağını araştırmak şeklinde somutlaşmıştı. Bu aşamada Yemen krizi, İran ile yüzleşmeyi bölgedeki Arap ülkeleri ile Körfez ülkelerinin içişlerine müdahalelerini sınırlamayı gerektirmiyordu.
BM üyesi bir ülkenin başkenti, Husi örgütünün eline düşmüştü. BMGK’nın 2015 yılındaki 2201 sayılı kararında yer verildiği gibi aralarında Cumhurbaşkanı Hadi, Başbakan Halid Bahhah, bakanlar kurulu üyelerinin oldğu Yemen hükümeti yetkilileri tutuklanıp ev hapsinde tutulmuştu. Ancak bütün bunlar başta Obama yönetimindeki ABD olmak üzere BMGK’nın daimi üyelerini, Husiler ve onu destekleyen İran’daki Mollalar rejimine karşı daha kararlı bir tutum benimsemeye itmedi. Bunun nedeni de çok basitti. Öncelikleri, İran ile 2015 temmuzunda imzalanan nükleer anlaşmanın gerçekleştirmekti.
Burada, İran ve bölgedeki uzantılarının kuşatılması politikasının, Cumhuriyetçi Başkan Donald Trump’ın Beyaz Saray’a yerleşmesi ile başladığını itiraf etmeliyiz. İran’a yönelik sert boykot politikası, bölgedeki uzantılarına sunduğu maddi desteği sürdürme konusundaki maddi ve finansal kapasitesinin zayıflamasına yol açtı. Buna ilaveten, İran içerisinde halk hareketinin yükselmesine neden oldu. Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesi de bir iç sarsıntıya, İran liderliği içerisinde bir şaşkınlığa sebep oldu. Tüm bu gelişmeler, Trump’ın İran’a karşı takip ettiği ve Obama döneminde gerçekleşeceğini tasavvur bile edemeyeceğimiz politika ile bilrlikte yaşandı.
Küresel ilişkilerin şahit olduğu büyük ve tarihsel değişimleri, büyük devletlerin Yemen ve genel olarak Arap bölgesine yönelik değişen politikalarını, eski büyük devletler ve Çin gibi yükselmekte olan ülkeler arasında nüfuz ve çıkar paylaşımını sağlayan yeni bir Sykes-Picot planı olarak gören bazı analist ve uzmanlar var. Yemen liderliği ve seçkinlerinin yapması gereken, savaşsızlık ve barışsızlık durumundan kurtulmak için bu yıl içinde farklı mekanizmalar ve yeni bir kan ile yeni bir politika şekillendirmektir.
Mevcut yönetici seçkinlerin çoğu, eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih rejiminin kalıntıları iken onlardan bunu gerçekleştirmelerini beklemek mümkün mü?
Savaşlar ve zorluklar artık yerel ve bölgesel olmaktan çıkıp büyük devletlerin bölge ülkelerindeki çıkarları arasındaki çatışmaya dönüştüğü için aralarında yabancı yılanların arasında dans etmeyi bilen birini bulmak mümkün mü?