İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Hariri’nin intifadası

Eski Lübnan Başbakanı Saad Hariri'nin, “Cumhurbaşkanlığı Uzlaşısı” (el-Ahd) olarak bilinen, 2016 yılında General Mişel Avn’ın Cumhurbaşkanı olması üzerine varılan mutabakatın sona erdiğini açıklaması heyecan vericidir.
Bilindiği üzere bu uzlaşı sonucunda Avn cumhurbaşkanı, kendisi de başbakan olmuştu.
O zamanlar birçok Lübnanlı, söz konusu “Uzlaşı”nın mantıklı ya da tüm Lübnan’ın maslahatına dayanmadığını düşünüyordu. Lübnan’ın silahlı bir örgütün tahakkümünde olduğu ve Lübnanlıların bu durumu değiştiremediği o süreçte, “Cumhurbaşkanlığı Uzlaşısı” zaman kazanma dışında bir anlam taşımıyordu.
Silahlı işgalin -en azından kâğıt üzerinde– meşruiyet kazanmasına olanak sağlayan bu ‘kötü uzlaşının’ gerçekleşmesine, bir dizi husus neden olmuştu: ilk olarak; Sünni topluma düşmanlık besleyen Avn ve Hristiyan destekçileri ile ‘Taif Anlaşmasının’ yapılmasının ardından, Refik Hariri liderliğinde varılan uzlaşının Şubat 2006’da sona ermiş olması. Avn ekolü ile, Hizbullah’da temsil bulan İran yanlısı teokratik Şii güçlerin anlaşmaya varması. Ki Hizbullah’ın Sünni düşmanlığında Avn taraftarlarından geri kalır yanı yoktur.
İkinci olarak: Hizbullah-Avn koalisyonu, kendilerine ses çıkarmayan ABD’nin ‘gevşek politikalarından’ faydalanmayı bilmiştir.
Daha da kötüsü ABD Başkanı Barack Obama’nın, İran’la uzlaşmaya varması ve İran’ın sadece Suriye’de değil, Ortadoğu’daki etkinliğini kabullenmiş olması, Lübnan’daki bu koalisyonun daha da cüretkâr olmasına olanak sağlamıştır.
Üçüncüsü: İran ve Rusya’nın etkin desteği ile Suriye rejiminin devam etmesi, buna karşılık olarak, terörle mücadele bahanesiyle uluslararası toplumun Suriye halkını yüzüstü bırakması ve bu tutumun Lübnan’a yansımaları. Hizbullah Esed rejimini aktif bir şekilde desteklemiş, Avn-Hizbullah koalisyonu da terör örgütü DEAŞ’la mücadele adı altında ülkedeki Sünni toplumu sindirmek için faaliyetlerde bulunmuş, ılımlı Sünnilere dahi aşırılık ve terör suçlamaları yöneltmiştir.
Dördüncüsü: Suriye devriminin başarısız olması ve Lübnanlı Sünnilerin baskı altında tutulması, ülkedeki Hristiyan kamuoyunun Avn-Hizbullah koalisyonun doğru bir tercih olduğu yönünde ikna etti. Belki de şöyle düşündüler; General Avn bilge bir kişilikti ve uluslararası pozisyonları iyi okuyabiliyordu.
Bu algı Avn’ın rakiplerini zor durumda bıraktı ve savunmacı bir pozisyonda yer almalarını sağladı. Avn’ın en güçlü Hristiyan rakibi Lübnan Kuvvetleri Partisi (LKP) 2016 yılında Mişel Avn ile ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak zorunda kaldı. Bu anlaşma Mirab Uzlaşısı olarak bilindi LKP lideri Semir Caca’nın köyüne nispetle) ve Avn’ın cumhurbaşkanlığı adaylığının desteklenmesini sağladı.
Beşincisi: Avncılar ve LKP arasında Avn’ın cumhurbaşkanı olması yönünde varılan uzlaşı, Sünnileri temsil eden Saad Hariri ve Dürzileri temsil eden Velid Canbolat’ın itirazına imkan bırakmadı. Nitekim cumhurbaşkanı koltuğu Taif Anlaşması’na göre Maruni Hristiyanların olmalıydı ve Birleşik Hristiyan Cephe bu konum için Avn’ı uygun görmüştü.
Yukarıda saydığımız hususlara ek olarak, bölgesel ve uluslararası atmosfer, Mişel Avn’ın Cumhurbaşkanı olmasını mümkün kılmıştır. Avn Hizbullah’ın açıktan desteklediği bir adaydı, Avn’ın cumhurbaşkanı olması için Lübnan’ın siyasi hayatı birkaç kez sekteye uğratılmıştı.
Bu başarı, İran'ın Lübnan'ı ‘işgaline’ politik bir meşruiyet tanıyacaktı ki İran rejimi bunu son derece önemsiyordu. İran’ın tam egemenlik sağlayabilmesi için, Hizbullah’ın mali, güvenlik ve politik sistemini korumasıyla mümkün olabilecek iki hususta daha başarı sağlanması gerekiyordu.
Bunlardan ilki; Parlamentoda İran yanlısı ekolün güçlenebilmesi için uygun bir seçim sisteminin hayata geçirilmesiydi.
İkincisi ise anayasanın ayrılmaz bir parçası olan Taif Anlaşması’nın, bazı bentlerinin içi boşaltılarak etkisinin kırılmasıydı. Bu bağlamda hükümet başkanının gücünün kısıtlanması ve rolünün marjinalleştirilmesi gerekiyordu. Buna eş zamanlı olarak da cumhurbaşkanının rolünün güçlendirilmesi ve yetkilerinin arttırılması hedefleniyordu. Taif Anlaşması’nın temelini, her taifenin en güçlü temsilcilerinin yüksek görevlerde yer alması oluşturuyordu.
Bu temel General Avn’ın cumhurbaşkanı olmasını sağlamıştı, ancak senaryonun tamamlanabilmesi için (geçici olsa da) Sünni mezhebinin bir temsilcisine de başbakanlık görevinin verilmesi gerekiyordu.
Bu süreçte Saad Hariri’nin, Avn ve Hizbullah’ın kirli geçmişini ve hedeflerini yakından tanıyan biri olarak, kendisini kullandırmaması gerekirdi.
Nitekim Avn-Hizbullah koalisyonun, İran’ın egemenliğini sağlamak ve Taif Anlaşması’nın içeriğini boşaltmak için Hariri’yi kullanacakları açıktı.
Saad Hariri, babasının öldürülmesinin 15. Yıldönümünde yaptığı konuşmada, “Lübnan’ın 1989 öncesine döndürülmesi için planlar olduğunu” vurguladı. Yani Refik Hariri’nin mirasının yok sayılması ve Taif Anlaşması’nın “yırtılmasının” hedeflendiğini söylemiş oldu. Aynı zamanda ‘ilga mantığını’ sorguladı, bu mantığa göre yeri gelince Velid Canbolat’ın, yeri gelince İlerici Sosyalist Parti’nin (İSP) yok sayıldığını belirtti. Bu mantığın şimdilerde ‘Hariri mirasını’ ve Müstakbel Hareketi’ni yok saymak istediğini ifade etti. Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık arasında istikrarın yakalanması için çabaladım, çünkü başkanlıklar arasındaki ihtilafın sonucu, kurumların ‘felç’ olmasıdır” dedi.
Doğrusu güzel sözler, ancak zamanlama olarak son derece yanlış ve adeta faydasız. Zamanlaması yanlış çünkü Lübnan ekonomisi ‘bitkisel hayatta’ ve halk artık geleneksek duygusal söylemlerden ve ülkedeki siyasi erkten umudunu kesmiş durumda.
Faydasız, çünkü Hariri’nin “Cumhurbaşkanlığı Uzlaşısı”nı onaylayan kararı yanlıştı. En yakın danışmanlarının bu karar sonucu yanından uzaklaştığını hatırlamalıydı.
Sonuçta olan olmuştu, anayasayla uyumlu olmayan seçim kanunundan tut, muhaliflere polis baskısına, hem rakip hem hakem olmak isteyen cumhurbaşkanının seçilmesine kadar, tüm bu yanlışlar yaşandı. Hariri’nin intifadası zaruri idi ancak ciddi bir siyasi vizyon içermemesi sebebiyle, aç, kaygılı ve umutsuz halk için tünelin ucunda bir ışık anlamını taşımıyordu.