Sam Mensa
TT

Lübnan'da muhalefetin intiharı

Lübnan’da Hassan Diyab başkanlığındaki hükümetin güven oylaması, trajikomik ve gerçeküstü bir sahne yaşanmasına neden oldu. Muhalefet, aleyhinde gensoru verecekleri bir hükümetin, güvenoyu almak için ihtiyaç duyduğu katılım oranını sağladı. Parlamento binasının etrafında toplanan göstericiler, ‘güvenoyuna hayır’ diye sloganlar attı ve sıkı güvenlik önlemlerine rağmen, milletvekillerinin oylamaya katılmasını engellemeye çalıştı.
Muhalefet üçlüsünü: eski başbakan Saad Hariri liderliğindeki Müstakbel Hareketi, İlerici Sosyalist Parti ve Lübnan Kuvvetleri Partisini, böyle bir adım atmaya iten sebepler ne olursa olsun, yine de kınanmaya değerdir. Zira ‘katılım oranını’ sağlamak güvenoyu vermekle aynı anlama gelmektedir. Diyab hükümetinin güven oylaması, ülkede üç yıldır süregelen ‘varoluşsal krizin’ muhalefet partilerini uyandıramadığını da göz önüne serdi. Bu süreçte, siyaset biliminin temellerine aykırı uygulamalarla muhalefete itilmiş olmalarından gerekli dersleri çıkaramadıkları ortaya çıktı. İktidarda ve muhalefette iken de, tutumlarının ne olduğu net bir şekilde anlaşılamadı. ‘Yönetimdeyken de tarladayken de aynı’ diyen Lübnan atasözü tam da bu ‘muhalefet üçlüsü’ için uygun bir söz. Bu şizofreni hali, muhalefete yakın basın organlarının, hükümete şiddetli bir şekilde saldırmasıyla daha da belirginleşti.
Muhalif basın, hükümeti nitelemek için kötü olan tüm sıfatları kullanmaktan çekinmedi. Daha da kışkırtıcı olan: güven oylaması için gerekli sayının sunulmasının, kötü şöhretli Suriye güvenlik politikalarının yeniden Lübnan’a dönecek olmasına imkân sağlamasıdır. Oysa hükümet kurulmadan önce tüm işaretler, bu ‘güvenlik politikalarının’ geri döneceğini gösteriyordu. Üstelik Suriye’nin arkasında olduğu dört olayın yıldönümü oldukça yakındı. O olayları şöyle sıralayabiliriz: Başbakan Refik Hariri’nin 14 Şubat’ta suikasta uğraması, 14 Mart İntifadası, Kemal Canbolat’ın 16 Mart’ta suikasta maruz kalması ve son olarak;  27 Şubat’ta Meryem Ana Kilisesi’nin bombalı saldırıya uğraması. Bu saldırıdan Lübnan Kuvvetleri lideri Semir Caca sorumlu tutulmuş, hapse mahkum edilerek Lübnan Kuvvetleri feshedilmişti.

Bu son gelişmeler, yüz günü aşkın devam eden halk intifadasının şu sloganına hak vermemizi gerekli kılıyor: ‘Hepsi, yani hepsi’. İktidar ve muhalefetin aynı safta yer aldığı anlaşılmıştır. İkisi de iktidar formülünü korumak için çaba sarf ediyor, zira mevcut sistem ikisinin de çıkarlarını korumalarına olanak sağlıyor. Yoksa muhalefetin içeride ve dışarıda (haklı ya da haksızca) tek tip bir hükümet olarak değerlendirilen, Diyab Hükümeti’ne ihtiyacı olan ‘katılım oranını’ armağan etmesi nasıl açıklanabilir. Hayal kırıklığını daha da derinleştiren şey ise Saad Hariri’nin Beyrut’ta, babasının ölüm yıldönümünde partisinin destekçilerine yönelik yaptığı konuşmaydı. Hariri konuşmasında, Lübnan’ı tehdit eden tehlikelere yüzeysel olarak değindi ve dar siyasi dehlizlerde kaybolacak zayıf bir söylemde bulundu. Konuşmasında ülkenin içinde bulunduğu krizden çıkış için herhangi bir vizyona dair işaret yoktu. Okları asıl olana değil vekillere yöneltti, Özgür Yurtsever Hareket’e saldırırken Hizbullah’ın adını dahi anmamayı tercih etti.
Son iki ay içinde yaşananlar, muhalefet ‘üçlüsünün’ Lübnan’ı tehdit eden krizin mahiyetini kavramakta aciz olduğunu gösterdi. Muhalefet, krizin çözümü için ortaya bir vizyon koymayarak, bölgesel ve uluslararası sahneyi okumakta başarısız olduğunu gösterdi. Esed rejiminin ve ‘molla sisteminin’ gölgesinde tarihinde hiç olmadığı kadar büyük bir varoluş krizi söz konusuydu. Oysa ‘direniş hattı’ üzerinden perde kalkmış, İran’ın ‘direnişi’ yayılmacı arzuları için kullandığı anlaşılmıştı.
Muhalefet üçlüsünün hükümete ‘katılım oranı’ armağanı hazmedilemeyecek olsa da, Lübnan siyasetini yakından takip edenler, Meclis Başkanı Nebih Berri’nin, muhalefeti güven oylamasına katılmak için nasıl ikna ettiğine dair bazı tahminlerde bulundu. Birinci tahmin: muhalefetin topluca ‘köşe kapmaca’ oyunu oynadığı görüşüydü. Birlik olmayarak ve ‘İran cephesine’ direnmeyerek mevcut siyasi pozisyonlarını ve dar çıkarlarını korumaya odaklandıkları yönündeydi. Oysa Lübnan’ı ‘tarafsız’ pozisyonuna ve ‘Arap çevresine’ geri döndürmek için çaba sarf etmeleri beklenirdi. Eğer bu minvalde hareket etselerdi, uluslararası çevreler, Lübnan’da muhatap alabilecekleri yerel güçlerin varlığına ikna olacaktı. Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkarıldığı dönemin bir benzeri olarak, kolay kolay ele geçirilemeyecek bir fırsat söz konusuydu.

Bu görüşü destekleyen şey, ‘muhalefet üçlüsünün’ halk hareketine iştirak etmekten çekinmesiydi. Hristiyan partilerin destek vermemesi, Cubeyl ve Cebel Dib bölgelerinde, halk hareketinin zayıflamasına neden oldu. Dürzi partilerin, Hulde ve Şuveyfat’taki eylemlere katılım sağlamaması da aynı etkiyi gösterdi. Keza Mavi Akım, gösterilerden çekilerek, Beyrut’un Sünni bölgelerinde Hariri destekçisi alternatif gösteriler düzenledi. Güvenoyu oylamasının yapıldığı gün meydanlarda sadece bazı sol gruplar ve sivil toplum kuruluşları ile sıradan vatandaşlar kalmıştı.

Diğer tahminler, her bir muhalefet partisinin ayrı gündeminin olmasıyla ilgiliydi. Dürzi lider Velid Canbolat, 7 Mayıs 2018 olaylarından sonra 14 Mart Hareketi’nden ayrılarak, büyük çatışmalardan kaçınan bir pozisyonu tercih etmişti. 2011 Suriye Devrimi’nin ardından bu tutumu daha da belirgin hale geldi. Bölgeyi bekleyen ‘büyük deprem’ öncesinde dikkatli davranmanın gerekliliğine inanıyor olmalıydı.
Lübnan Kuvvetleri Partisi’nin sözcüsü meclisteki güvenoyu oylamasında yaptığı konuşmada, hükümete bir fırsat tanınması yönünde sıkıcı ve geleneksel söylemlere başvurdu. Lübnan Kuvvetleri’nin bu tutumu hakkında farklı yorumlarda bulunuldu. Bu yorumlardan biri; Lübnan Kuvvetleri’nin, Özgür Yurtsever Hareket’in (ÖYH) varisi olmak istediği yönündeydi. Halk hareketinin ÖYH’nin konumunu zayıflatması, Lübnan Kuvvetleri’nin Hristiyanların birinci temsilcisi olması yolunu açmış olabilirdi. Zaten Lübnan Kuvvetleri Hizbullah’la en iyi anlaşabilecek taraflardan biri olarak değerlendiriliyordu. Hariri’nin yumuşak tutumunun sebebinin ise, tekrar başbakan olmak için umudunun olması olarak yorumlandı. Hariri’nin istifasının, var olan krizin çözümü için şuurlu bir tercih olmadığı, taktiksel bir hamle anlamına geldiği söylendi. Nitekim Hariri iktidar ve Hizbullah’la arasındaki ‘Muaviye ipini’ tamamen koparma taraftarı değildi. Tekrar başbakan olma ihtimali karşısında kapıyı aralık bırakmayı tercih etti.
Tüm bu anlattıklarımız, Lübnan’ın birincil illetini hatırlatıyor: ‘kişisel çıkarların, ulvi çıkarlara baskın gelmesi’. Kamuoyu olarak, mayın tarlasında olduğumuzu dikkate almayarak, bilinçsizce ileriye doğru koşuyoruz. Lübnan varoluşsal sorunlar yaşarken, iktidar bizi, hiçbirimizin çıkarına olmayan ‘direniş hattına’ sürüklüyor. Çıkarımıza olmaması bir yana, toplumuzu, ekonomimizi, demografimizi olumsuz yönde etkiliyor. Üstelik halk intifadasının dayanağı olabilecek bir muhalefetten de yoksunuz. Bir kez daha soruyoruz: Lübnan siyasetine denge gelebilmesi için Hizbullah’la kim mücadele edecektir? Ülkenin kurtarılması için ‘kaldıraç rolünü’ kim üstlenecektir?