Afro-Amerikan nüfusa yönelik beyaz ırkçılığının tekrar dünya gündemine gelmesi ve ABD’de toplumsal bir ayaklanmaya neden olmasının ardında beyaz ırkçılığının küresel terör ağına dönüşmesi yatıyor.
Bunun üzerine bu köşede bir dizi makale kaleme almıştım. (bkz. https://turkish.aawsat.com/home/article/1701446/b%C3%BClent-%C5%9Fahin-erde%C4%9Fer/kara-g%C3%BCne%C5%9F-yeni-zelandadan-san-diegoya-mistik-ter%C3%B6r)
Aryan ırkının üstünlüğünü mistik-dini bir teori ile temellendiren “Kara Güneş”in hedefinde Müslümanlar ve Afro-Amerikanlar, hispanikler ve diğer ötekiler, yerliler var…
George Floyd’u gözaltı sırasında boğarak öldürmesinin ardından gelişen gündeme dair bir bellek hatırlaması olarak Fransa'da Lutte Ouvriere'nin yayınladığı broşürden özetleyerek alıntılamak istiyorum.
Biraz uzunca bir özet olsa da sabırla okumanız gerek. Böylece Amerikan rüyasının nasıl bir kabus olduğunu daha iyi anlayabiliriz:
Siyahlara uygulanan baskı ve şiddetin kökleri: Kölelikten ayrımcılığa
Siyah Amerikalılar, ABD ekonomisinin gelişme ve kalkınmasının temelindeler. Temel olarak güneyde yaşıyorlardı ve hatta bazı eyaletlerde çoğunluktaydılar. Tarım işletmeleri burjuvazisini sadece birkaç bin Beyaz aile oluşturuyordu.
Çoğu beyazın, siyahların sömürülmesinde doğrudan bir çıkarı yoktu. Ancak tarım işletmecileri, onları bölerek egemenlik alanını genişletebilmek için, yoksul Beyazlarlarla Siyahları birbirlerine karşı kışkırtıyordu.
Köleliğin yıkılmasından yana olan Frederick Douglass'ın altını çizerek belirttiği gibi:
"Köleciler, Beyaz emekçileri zencilerle aynı kefeye koymak, eşit kılmak eğilimi gerekçesiyle genellikle kurtuluşu, bağımsızlığı yadsıyarak Beyaz emekçilerin gurur ve onurlarına sesleniyorlar. Böyle yaparak, yoksul Beyazlara, zengin köle efendilerinin gözünde Siyahlarla eşit olmalarına bir adım kaldığını unutturmayı başarıyorlar."
Beyaz emekçiler, Kuzeyde bile genellikle köleliğin kaldırılmasına karşıydı. Çünkü özgür Siyahların çalışma ortamına girmesinin ücretleri düşüreceğinden kuşku duyuyorlardı.
1950'li yıllara kadar beyaz egemenliğine itiraz etmek; tutuklanmak, dövülmek, öldürülmek, canlı canlı yakılmak gibi tehlikeler olmaksızın mümkün değildi. Linç edenler, genellikle adalet karşısında endişe duymuyorlardı.
Hatta çoğu zaman polisler, yargıçlar ya da diğer adalet mensupları da linçe katılırdı. Mahkemeler bir bakıma, linç etme uygulamasını uzatıyorlardı.
Bir siyah, 1945 yılında, sözde bir tecavüz iddiasıyla, iki buçuk dakikalık karar alma tartışmasından sonra linç edilerek infaz edildi. En yüksek makamlar tarafından bile kutsandı.
1894 yılında, Mississippi piskoposu, "Kanunlar çok yavaş işliyor ve hapishaneler çok dolu," diyerek linç etmeyi meşrulaştırıyordu.
Ayrımcılık, oturulan lojmanların ayrılması; okullarda, iş yerlerinde, toplu taşıma araçlarında, barlarda, sinemalarda, parklarda, hastanelerde, genel olarak halka açık her yerde Siyahlarla Beyazların bulundukları yerlerin ayrılması gibi farklı biçimler alıyordu. Siyahlar, oy hakkı da dahil birçok haktan yoksundu. Bazı hakları kullanmaları teoride kabul edilse bile, pratikte kullanamıyorlardı.
İlk direnişler: NAACP ve Marcus Garvey
1950'li ve 1960'lı yıllardaki isyanlardan önce birçok direniş şekillendi. 1890'lı yıllarda, Güneydeki birçok eyalette "halk partileri", yaşam koşullarının kötüleşmesine, iyice yoksullaşıp bir yıkıntıya dönüşme tehdidine karşı, yoksul köylüleri, genellikle Siyahlarla Beyazları bir araya getiriyordu.
Bu partilerin çoğu, ırkçılığın yoksulları bölüp, zenginleri güçlendirdiğinin altını çiziyordu. Bunların başlattıkları hareket yenildi ve birçok eyalette Siyahların hakları daha da geriledi. Siyasi örgütler kuruldu.
Bunların en eskisi, Siyahları Geliştirme Ulusal Derneği NAACP'ydi (National Association for the Advancement of Colored People). Kolektif bir linç etmenin ardından 1909 yılında kurulan bu önemli, reformcu örgüt, ötekileştirmenin bu en isyan ettirici görünümüne karşı kampanyalara girişti ve mahkemelere başvurdu. 1940 yılında 50 bin, 1946 yılında 500 bin üyesi vardı.
400 bin Siyah asker, orduda zorlu bir ayrımcılık deneyimi yaşarken, Jamaikalı Marcus Garvey, Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından, tamamen farklı bir politika ile Evrensel Siyahları Geliştirme Derneği UNIA'yı (Universal Negro Improvement Association) başarılı bir biçimde kurdu. Siyah askerler savaştan döndüklerinde, Ku Klux Klan tam bir canlanma dönemindeydi.
1919 yazı, genellikle ırkçı Beyazların Siyahlara şiddetle saldırdıkları bir dizi ırkçı ayaklanma ile damgalandı. Garvey, sosyal anlamda kapitalizmi savunan muhafazakar, tutucu biriydi, sendikalara ve komünizme karşı mücadele ediyordu. Ancak konuşmaları Siyahları, özellikle de kuzey eyaletlerinde bulunanları etkiliyordu.
Onlara renkleriyle gurur duymaları gerektiğini, Tanrı’nın siyah, cinlerinse beyaz olduklarını söylüyordu. Karayipler ve Amerika'daki 400 milyon Afrikalı Siyahın birliği ve Avrupa sömürgeciliğinden arınmış özgür bir Afrika'ya gidip yaşamaları için mücadele ediyordu. Onu izleyenlerin birçoğu Afrika'yı bilmiyordu ve orada yaşamak gibi bir istekleri de yoktu.
Beyazların üstünlüğünü savunanları korkutan Garvey'in fikirleri değildi. Çünkü Garvey'in kendisi de ötekileştirmeden, ayrımcılıktan yanaydı ve sivil hakların elde edilmesine karşıydı. Onları korkutan bu düşüncelerin milyonlarca Siyahta yaratacağı ümitti.
Garvey, 1925 yılında tutuklanarak iki yıl boyunca dolandırıcılık gerekçesiyle hapsedildi. Daha sonra da Jamaika'ya sürgün edildi. Parti önemini kaybederek zayıfladı ve bir boşluk bıraktı. Bununla birlikte 1930'lu yıllarda, “İslam Ulusu” gibi, ilerde bir kere daha söz edilecek örgütler, hızlı bir gelişme yaşayarak Detroit ve Chicago gibi kentlere yerleşip kök saldılar. Bu örgütler, Garvey'inkine benzeyen fikirlerle, hatta bazen aynı militanlarla örgütlenip çalıştı.
Siyahların çoğu güneyde yaşıyordu. Ancak ülke, 1910'lu yıllardan itibaren büyük bir değişim yaşadı. Hızla sanayileşen kuzeyde birçok iş olanağı ortaya çıktı. Yaklaşık bir milyon Siyah, güneyi terk etti. İkinci Dünya Savaşı boyunca "büyük göç" hızlandı; 1944 yılında Siyahların üçte biri kuzeyde Chicago, batıda Los Angeles gibi kentlerde yaşıyordu.
Ötekileştirme, ayrımcılık, bu bölgelerde yasal olarak kurgulanmamış bir durum, varolan gerçeklikti. Siyahlar, Beyazlardan ayrı yaşıyorlardı ve devlet de bu ayrımcılığı destekliyordu. Federal devlet 1930'lu yıllarda, konutların ayrılması politikasından yanaydı. Farklı köklerden gelen göçmenler birbirleriyle karışmış durumda yaşarken, Siyahlar için Beyazlarınkinden ayrı yerlerde onlara özgü binalar inşa edilmişti.
Roosevelt yönetimi böylece, Siyahlarla Beyazların aynı mahallelerde ve hatta aynı okullarda bir arada bulunmasını engelliyordu.
Ayrıca güney, ırkçılık konusunda yalnız değildi. Mississippi'de büyüyen romancı Richard Wright, 1927 yılında yaşamak için Chicago'ya gelen ailesini nelerin beklediğini şöyle anlatıyordu:
"Evlerimizin pencerelerine tuğla fırlatıyorlardı, okula giden çocuklarımızın üzerine çöp atıyorlardı, sonuç olarak kapılarımızın önünde de bombalar patlıyordu."
Anayasa Mahkemesi 1944 yılında, sadece beyazlara hak tanınan ön seçimleri yasakladı. Aynı mahkeme 1954 yılında, "olabilecek en büyük hızla" ırk ayrımına son verilmesini isteyerek okullardaki ayrımcılığı yasakladı. Bu tarihten 10 yıl sonra, ayrımcılığın kaldırıldığı okullara siyah çocukların sadece yüzde 2,3'ü gidebiliyordu.
Sivil (Medeni) Haklar Hareketi, sakin bir ortamda patlak vermedi. 1930'lu ve 1940'lı yıllarda ifade edilen ırkçı baskı ve şiddete karşı direniş, 1955 yılında, çeşitli biçim ve ritimlerde yaklaşık 20 yıl kadar sürecek bir direnişe dönüştü.
1950'li ve 1960'lı yıllardaki başkaldırı 1955: Medeni Haklar Hareketi
Emmett Till adlı 14 yaşındaki bir genç, 1955 yılının yazında, beyaz bir kadının arkasından ıslık çaldığı için Mississippi'de linç edildi. Annesi oğlunun cesedini almak ve kendi yaşadığı Chicago'ya getirtmek için çok savaştı.
Tabutu açtı ve oğlunun korkunç derecede hırpalanmış, parçalanmış olan cesedini halka gösterdi. Bu fotoğraflar basında yayınlandı. İki katil, Eylül ayında beraat etti.
Karar alma süresi 67 dakika sürdü. Jüri tamamen Beyazlardan oluşmuştu ve soda içmek için de bir ara verilmişti...
Emmett Till'in Chicago'da yapılan cenaze törenine 50 bin kişi katıldı. Diğer milyonlarcası, bu olay kendi yaşadıklarının sembolü olduğu için isyan etti.
İşte Rosa Parks'ın, 1955 yılının Aralık ayında Alabama'daki Montgomery'de, otobüste bir Beyaza yerini vermediği için tutuklanması, böylesi bir ortamda gerçekleşti.
Önceden de buna benzer birçok olay olmuştu ama NAACP bunlar için bir şey yapmamıştı, çünkü olaylarla ilgili kişilerin kişilikleri, olayın takibi için tatmin edici bulunmamıştı.
Mongtomery seksiyonu sekreterinin açıkladığı gibi, Rosa Parks 12 yıldan beri Medeni Haklar için mücadele ediyordu, "Evliydi... Ahlaki anlamda netti ve iyi bir eğitimi vardı."
43 yaşındaki bu terzi şöyle diyordu:
"Bütün gün çok çalışıp yorulmuştum. Benim işim Beyazlar tarafından giyilen giysileri dikmek."
Parks, önce Montgomery, daha sonra da bütün ülke Siyahlarının sembolü oldu. Şehir otobüslerinin boykot edilmesi sırasında, her gün 50 bin Siyah yürüyordu ya da genellikle evlerinden kilometrelerce uzaktaki işlerine birbirlerini arabayla götürüyorlardı.
Bu durum sadece bir hafta ya da bir ay değil, 381 gün sürdü. Boykotu düzenleyen 100 kadar örgütleyici boşuna hapsedildi. Yine boşuna Siyahların kiliselerinde dört bomba patladı. Montgomery'deki Beyazlar, hatta Siyah militanlar bile inanamadılar. Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi belediyenin toplu taşıma araçlarındaki ayrımcılığı da yasakladı.
Montgomery boykotu, mücadelenin başlangıcı değildi, çünkü zaten bu mücadeleye daha önce başlanmıştı. Siyahların kazanabileceğinin kanıtıydı. Ve tüm bunlara bağlı olarak boykot, gelecek 10 yıl içinde Medeni Haklar için yapılacak bütün mücadelelere aniden ivme kazandırdı.
Martin Luther King, hareketin belli başlı lideri oldu. King, 26 yaşında genç bir papaz, yani Protestan din adamıydı. Siyah, küçük burjuva kökenliydi. Babası, yüksek lisans eğitimli, Atlanta'nın en büyük Baptist (vaftiz) Kilisesi'nin papazıydı. Güneyde yaşayan çok sayıdaki Siyahın dini duygularına dayanıyordu.
Kölelikten beri siyahlar arasında gerçekten tanınan tek kuruluş siyahların kiliseleriydi ve kiliseler, baskı ve şiddete karşı direnişin temel merkezlerini oluşturdu. King, Medeni Haklar için, kiliseler temelinde, SCLC (Southern Christian Leadership Conference, Güney Hıristiyan Liderlik Konferansı) adlı bir Hıristiyan örgütü yönetiyordu. Şiddete, Gandhi'nin geleneği olan şiddet karşıtlığı ve kitlesel eylem yöntemleriyle cevap veriyordu.
Fiziksel olarak çok cesurdu, Ku Klux Klan evine bomba yerleştirdiğinde de böyle davrandı. Ama King, bir reformistti. İktidarla diyaloğun, olay ve olguları ilerleteceğine inanıyor, devletin ırkçı olmasına rağmen siyahların çıkarlarını korumaya itilebileceğini düşünüyordu. Aslında derinliğine bakıldığında King, yarım asırdır siyahların sorunlarıyla ilgilenen avukatlardan çok farklı değildi. Değişen sadece siyahların artık korkmaması ve geniş bir isyana girişmiş olmasıydı.
Hareketlenme, başlangıçta, 1960'lı yılların ortalarına kadar, otobüsleri, mağazaları boykot etmek gibi barışçıl, şiddete başvurulmayan biçimlerde oldu. 1960 yılında Kuzey Carolina'daki Greensboro öğrencileri, sadece Beyazlara servis yapan bir barın tezgahına oturdular. Yaptıkları eylem, birkaç gün yayımlandı.
Bu eylemlere 70 bin kadar siyah öğrenci katıldı. Aralarından 3 bin 600'ü tutuklandı ancak bu durum onların cesaret ve kararlılıklarından hiçbir şey eksiltmedi. Daha sonra, 1961 yılından itibaren, beyaz ve siyahlar "Özgürlük Yolculuğunda" (Freedom Rides) birbirlerine karıştılar.
Güneye giden otobüslere birlikte bindiler; ayrımcılığa kafa tutmak için, hiçbir ırkçı kısıtlamaya kulak asmadan, aynı bekleme salonlarını, kafeteryaları, tuvaletleri kullandılar. Ku Klux Klan'a bağlı gruplar tarafından yumruklarla, demir çubuklarla saldırıya uğruyorlardı. Onları korumaktan uzak olan polis, saldırganlara engel olmuyor, istediklerini yapmakta serbest bırakıyor, hatta siyahları tutukluyordu.
Bütün bunlar, siyahların devam etmelerini engellemiyordu. Georgia Eyaleti'ndeki Albany kentinde 23 bin siyah vardı. Bunların 700'ü otobüs ve kütüphane boykotlarına katıldıkları için hapsedildi. Ayrıca kentte, hizmetçiler, işçiler, ev kadınları hatta okuldaki çocuklar arasında bile ayrımcılık yapılıyordu. Polis şefi, bir protesto gösterisinin ardından yapılan tutuklamalardan sonra tutuklananların isimlerini okurken, kendisini 9 yaşındaki bir çocuğun önünde buldu. Çocuğun ismini sorduğunda çocuk, "Özgürlük, özgürlük" diye yanıtladı.
Bununla birlikte, 1963 ve 1965 yılları arasında, kurumsal ayrımcılığın çatırdamasından önce yıllarca mücadele etmek gerekti. Bu çok eski ilkel bir sistemdi ve burjuvazi bu sistemin sorgulanmasından tamamıyla yarar sağlayabilirdi. Ancak hukuki ayrımcılık ve ötekileştirme, kitle hareketi olmasaydı daha da devam edebilirdi.
Örneğin, Kennedy 1961 yılında başkan olunca, siyahların kiliselerine ve Martin Luther King'e mali yardım yapmaya tamamıyla hazırdı. Ama önceliğinin ırksal adalet değil, Soğuk Savaş ve komünizme karşı mücadele olduğunu yeniden ileri sürdü.
Önderlik ettiği Demokrat Parti uzun süre, güneydeki ayrımcılığın siyasi destekçilerinden biri oldu. Örneğin, Kennedy 1963 yılında öldürüldüğünde, Mississippi'deki seçmen kütüğüne Siyahların sadece yüzde 6'sı kayıtlıydı. Kennedy, Siyah hareketinin liderlerinden önce biri sonra diğeri ile konuşup tartışarak, onlara dalkavukluk yapıyordu. Ancak bu taleplerini yerine getirmek için değil, onları daha iyi kontrol etmek içindi.
1963 yılının sadece nisan ayında 3 bin 300 kişi hapse atıldı. Bu kent güneydeki ırkçılığın simgesiydi. Ve hareket, farklı bir çapta bir protesto dalgası başlattı. Siyahlar, güneyde her yerde, darbeleri, yangın bombalarını, polis köpeklerinin ısırmasını, işten atılmayı, tutuklanmayı ve ölümü göze alarak sokağa dökülüyordu.
Bütün kentlerde her yaştan insan, savaşıyordu. 1963 yılında, 1960 yılındakinin dört katı daha fazla sayıda, 20 bin kişi tutuklandı. 28 Ağustos 1963'de 250 bin kişi ayrımcılığı protesto etmek için Washington'da bir araya geldi. Martin Luther King bu protesto gösterisinde "Bir Hayalim Var" diye anılan meşhur konuşmasını yaptı.
Çok sayıdaki siyahın hissettiği kızgınlığı bloke edip çıkışsız kılıyordu. Böylece hükümet hakkında yapılan bütün sert eleştirilerden vazgeçildi. Kongre, Medeni Hak yasalarını acilen kabul etti. Yasaların kabul edilmesiyle uygulanması arasında dağlar vardı. Siyahların 1960'lı yılların bütün geri kalan kısmında mücadele etmeye devam etmeleri gerekti.
Örneğin, Alabama'daki Selma'da, dışlanmanın sembollerinden biri siyahların oy kullanma hakkından mahrum edilmesiydi. Kentteki 15 bin yetişkin Siyahın sadece 335'i seçmen kaydı yaptırmayı başardı. Siyahlardan daha az sayıdaki Beyazlar, seçmenlerin yüzde 99'unu oluşturuyorlardı. Alabama valisi Wallace, ırkçı bir demokrattı ve bunu saklamıyordu ve şöyle açıklama yapıyordu:
"Bugün ayrımcılık. Yarın ayrımcılık. Ve her zaman ayrımcılık."
Selma'nın şerifine gelince, o da siyahlara cop ve silahlarla muhalefet ediyordu. 1965 yılının Şubat ayında yapılan bir protesto gösterisinde genç bir siyah, polis tarafından öldürüldü.
Bunu izleyen protesto gösterileri Ulusal Muhafızlar tarafından şiddetle bastırılıp dağıtıldı: Protestocular kölecilik döneminde olduğu gibi kovalandı, izleri sürüldü, coplandı, kırbaçlandı ve askerlerin atlarının ayakları altında kaldı. Selma'daki olaylar, bütün ülkede bir isyan dalgası başlattı. Yeni bir yasa, siyahların seçmen listelerine kayıt olmalarını engelleyen okuma yazma bilme zorunluluğu, "anayasa" ya da "örf ve adet" bilgileri üzerine yapılan testler gibi değişik uygulamaları yasaklıyordu.
1960'lı yıllar boyunca, önce Kennedy daha sonra da Johnson'la Demokrat Parti iktidardaydı. Özellikle Johnson, Siyahların hareketini boğmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Johnson, güney eyaletlerinin yöneticilerini, Siyah hareketini vahşice ezmeleri için istediklerini yapmakta tamamen serbest bıraktı. Hatta ayrımcı bir yönetici olan Wallace, Demokrat Parti'nin ön seçimlerinde aday olup oyların üçte birini aldı.
1965 yılında kabul edilen siyahların oy kullanma haklarını garanti altına alan kanun gibi birçok medeni kanun, Johnson'un yönetimi altında kabul edilse de, bu kanunları Johnson'un ya da Kongre'nin onayladığı anlamına gelmiyordu. Aksine Johnson, 1924 yılından beri ırkçı, çılgınca antikomünist, vicdansız bir polis olan J. Edgar Hoover tarafından yönetilen FBI'a dayanıyordu.
Martin Luther King'i ve siyahların davası için mücadele eden diğer militanları, morallerini bozup istikrarsızlaştırmak, davadan vazgeçirmek için tehdit ediyorlardı. Eğer hükümet ve Amerikan Kongresi, Medeni Haklar için yapılan yasaları kabul ettilerse, Siyahların kitlesel isyanının onlara bunu dayatması nedeniyle oldu.
Selma'daki olaylar 10 yıllık barışçıl mücadelenin ardından baş gösterdi. Ek bir hareketti, diğer yanda Medeni Haklar Hareketi'nin çıkmazda olduğunun kanıtıydı. Martin Luther King, NAACP ve Siyahların kiliseleri tarafından vaaz edilen şiddet karşıtlığı başarısız olmuştu. Hareket son bulmuştu, daha az barışçıl devasa bir başkaldırı, isyan başlıyordu.
Medeni hak talebinden isyana
Militanların şiddet karşıtlığına muhalefet etmeye başlamaları birkaç yıl öncesine dayanıyordu. Örneğin Robert F. Williams, Kuzey Carolina Eyaleti'nin Monroe kentinde yaşayan siyah bir militandı. Kentte belediyenin yüzme havuzu siyahlara yasaktı. Siyahların çocukları, tehlikeli bir nehirde yüzüyordu.
Robert Williams, iki çocuğun 1961 yılında nehirde boğulmasından sonra, yüzme havuzunun kapısının önünde bir eylem başlattı. Beyazlar hemen, "Zencileri öldürün! Zencileri öldürün!" sloganlarıyla toplandılar.
Eski bir asker olan Williams, siyahların kendilerini silahla savunmaları gerektiğini açıklıyordu. Bu kendini korumanın, şiddete maruz kalmayı önlemenin en iyi yöntemiydi. Ona göre bir yanağına vurulduğunda diğerini uzatmamaları gerekiyordu.
Eğer (kendini üstün gören) bir beyaz, (kendinden aşağı gördüğü) bir Siyahı öldürmeye teşebbüs ettiğinde kendi yaşamını da kaybedeceğinden kuşku duyarsa, onu öldürmeyecektir diye açıklıyordu. Williams, yaşadığı kentteki siyahları kendilerini silahla savunmaları için örgütledi. Williams, NAACP tarafından reddedildi.
Üyeliği askıya alındı, bir süre sonra hem bölgeyi hem de ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Küba'ya yerleşti ve burada Güney'de çok dinlenen radyo programını, "Dixie Özgür Radyo (Radio Free Dixie)" Ayrımcılıktan Özgürleşmiş Güney Radyosu'nu sundu.
Küba'da, 1959 yılında, Castro önderliğindeki gerillalar ABD'nin kuklası Batista'nın diktatörlüğünü devirmişti. Ülke Siyahlara, oraya giden Amerikalı Siyah militanların da tanık oldukları gibi Beyazlarla eşit bir yer verdi.
Ayrıca, Amerikan kıyısına 150 km uzakta bulunan Küba'daki Castro, 1961 yılında rejimini bozguna uğratmak için bir çıkartma örgütleyen Kennedy yönetiminin isteklerine boyun eğmeyi reddediyordu.
Castro, 1960 yılında New York'a gittiğinde, Harlem'de bir kahraman gibi karşılandı. Küba devrimi, Amerikan Siyah hareketinde, özellikle de sömürge egemenliğine karşı ayaklanan Afrika ülkelerindeki diğer bütün özgürlük hareketleri gibi bir rol oynamış olmalı.
Mısır'ın Nasır'ı da, Batılı güçlü devletlere kafa tutup Süveyş Kanalı'nı kamulaştırdıktan sonra, 1960 yılında Harlem'de böyle karşılanıp selamlanmıştı.
Diğer bir örnek, 1961 yılında Patrice Lumumba'nın katledilmesi oldu. Bu Kongolu milliyetçi lider, Belçikalı eski sömürgeci güçlere karşı sözlerini esirgemiyordu. Onun Belçika ve ABD'nin desteğiyle katledilmesi, Afrika'daki sömürgecilik karşıtı mücadeleyle kendi öz mücadeleleri arasında bağ kuran siyahları isyan ettiriyordu.
Bir yandan Medeni Haklar için mücadele sürerken, diğer yandan Siyahların şiddet kullanmama üzerine hesap yapmayı bırakmaları gerektiği fikri, 1960'lı yılların ikinci yarısında çeşitli biçimlerde ifade edildi.
Örneğin, Louisiana'da, "Savunma ve adalet için diyakozlar (papaz yardımcısı)" tarafından bir başka öz savunma örneği verildi. Ku Klux Klan tarafından denetlenen bir bölgede, bu Siyah grubu, Medeni Haklar için mücadele eden militanları ve ailelerini korumak için silahlı bir grup kurmuştu. Militanların birçoğu, Ku Klux Klan'ı yenmek için askeri beceri ve kazanımlarını kullanan eski askerlerdi.
İslam ulusu ve Malcolm X
İslam Ulusu, bir tokat atıldığında diğer yanağını da çevirmeyi reddeden örgütler arasında kuzeydeki en büyük Siyah örgütüydü. Yayılmaya başlamadan önce, 1930'da Detroit'ta bir tarikat gibi örgütlenmeye başlamıştı.
Elijah Muhammad tarafından yönetilen İslam Ulusu, Garvey'in Siyahların gururu, Beyazların nefreti gibi bazı fikirlerini yeniden gündeme getiriyordu. Örgüt başlangıçta sadece birkaç yüz üyeye sahipken, 1960'lı yılların başında haftalık gazetesi 500 bin satıyordu. Gerçekten çok militan bir kitle örgütüydü.
Özellikle ülkenin kuzeyindeki en yoksul siyahları bir araya getiren bir kiliseden daha çok, bir partiydi. İnsanlara bir anlamda özgüven aşılıyor ve onları kendilerini savunmaya yönlendiriyordu. Cassius Clay, dünya ağır sıklet şampiyonu genç boksör, 1962 yılında İslam Ulusu Örgütü'ne katıldığında, adını Muhammet Ali olarak değiştiriyor ve "Bu değişim, beni, köle efendileri tarafından aileme verilen kimlikten özgürleştirdi" açıklaması yapıyordu. İslam Ulusu Örgütü "İslamın Meyveleri" adlı kendi özel milislerini oluşturdu.
Bu örgüt, NAACP'ın yapmayı her zaman reddettiği bir şeyi gerçekleştirip, yoksul gençleri ve hatta varoşlardaki çeşitli kanunsuz işlere karışmış suçlu gençleri de örgütledi. Troçkist militan Amerikalı Sam Johnson, Bütün Yaşamım Boyunca Mücadele Ettim adlı, yaşamını anlattığı kitabında, saçlarını düzleştirmesini eleştiren Müslüman Siyahlarla birçok defa nasıl tartıştığını anlatıyor:
"İslam Ulusu'ndan olan bu kardeşler, haklarını savunmaya hazır olduklarını bana ilk olarak gösteren insanlardı. Bu kendi köşende yapayalnız olduğunda önemli bir şey. Bir örgüt bize karşılaşabileceğimiz sorunlarla mücadele etmekten söz ediyordu."
Yüz binlerce siyahın, özellikle de kuzeyde yaşayanların deneyimlerinin özetiydi bu.
Siyah Müslümanların en önemli isimlerinden biri Malcolm X'di. Babası, Ku Klux Klan tarafından öldürülen Garvey'in bir taraftarı ve doğduğunda soyadı Little olan Malcolm X, hapishanede politikleşmiş eski bir suçluydu.
Hapishanede Müslümanlığı kabul etti ve Malcolm X adını aldı. X, Afrika'daki hiç öğrenemediği isim ve soyadının yerine geçiyordu. İslam Ulusu Örgütü'nün liderlerinden birine dönüşen Malcolm X, şiddet karşıtı yöntemleri korkakça ve etkisiz görüyor, Siyahların kendilerini savunmaları gerektiğini açıklıyor ve "Göze göz dişe diş. Ve bir yaşama bir yaşam. Eğer özgürlüğün bedeli buysa bu bedeli ödemekte tereddüt etmeyeceğiz" diyordu.
New York polisi, 26 Nisan 1957'de Müslüman bir siyahı tutukladı ve hunharca dövdü. Harlem'deki bir camiyi yöneten Malcolm X, bu olayı izleyen saatlerde, gece yarısı 4 bin kişiyi harekete geçirip karakolun önünde topladı. Bu eylem sonucunda, tutukluların hastanede tedavi edilme hakkı kazanıldı.
Bu bir zaferdi ve siyahların kararlılıkla örgütlendikleri takdirde darbe almadan kendilerini dayatabileceklerini ispatlıyordu. Malcolm X, büyük medya organlarına davet edilmeye başladı ve hiçbir şeyin sızdırılmadığı bir polis takibinin öznesi oldu.
Karizmatik biri olan Malcolm X, kısa zamanda çok popüler oldu. Elijah Muhammed onun gölgesinde kaldıysa da, Malcolm ona bağlı kaldı ama yine de aralarında sıkça anlaşmazlık oluyordu. Malcolm X, 1963 Kasımında Kennedy öldürüldüğünde, "Tavuklar kümese tünemeye geri geldi", başka bir deyişle "aradığını buldu" diyor ve devam ediyordu:
"Kırsal kesimde yetişmiş bir genç olarak, kümese geri gelen tavuklar beni hiçbir zaman kederli, üzüntülü kılmadı, her zaman sevindirdi."
Bu açıklama ABD Hükümeti'ne, aynı zamanda da baskı ve şiddetten ödü patlayan Elijah Muhammed'e karşı bir savaş ilanıydı. Malcolm X ihraç edildi ve kendi örgütünü kurdu. Malcolm X, siyasi anlamda Martin Luther King'den farklı olarak, ne devletle uzlaşmayı, ne de siyahların entegrasyonunu, yani Amerikan toplumuna girip onunla bütünleşmesini amaçlıyordu.
Her şeyden önce siyahların, beyazlardan ayrılmasını talep ediyordu. Bu aynı zamanda bir anlamda, beyazların burjuvazisinin ve onun devletinin, siyah küçük burjuvazisini kendi öz iktidarını kurmakta özgür bırakması, siyah emekçilerle yapması koşuluyla, beyaz emekçilere istediği gibi baskı ve şiddet uygulayabileceği anlamına geliyordu.
Siyah Müslümanların milliyetçiliği, onları, siyahların mahallelerinde sadece siyahların sahip oldukları ticari yerlerin ve şirketlerin olmasını ve Siyah topluluğun parasının öncelikle Siyah patronlara gitmesini talep etmeye kadar götürdü.
Malcolm X, 1965 yılında, İslam Ulusu Örgütü tarafından, Muhammed'in onayı ile ihraç edildikten 15 ay sonra öldürüldü. Öldürüldüğü dönemde tam bir gelişme ve evrim içindeydi. Hac için Mekke'ye gittikten sonra bütün beyazların "şeytan" olmadığını açıklıyordu.
Siyah milliyetçiliğinin bir çıkmaz içinde olduğunu görüyor, farklı çözümler araştırıyordu. Hiç kimse onun ne yönde, nasıl evrileceğini, gelişeceğini bilmiyordu. Sonuna kadar gitmeye hazırdı. Onunki, bütün bir nesli etkilemenin açıklamasıydı.
Ölümü, kurulu düzeni savunanları rahatlatsa da, Siyah kitleler nezdinde hatırı sayılır bir itibar, saygı kazandı. Yaşam öyküsü yüz binlerce kişi tarafından okundu, teyp kayıtları Müslümanların saflarının da ötesinde dinlendi.
Konuşmaları, özellikle güneyde, Robert F. Williams'ın yaptığı gibi kendilerini savunmak için askeri olarak örgütlenmeleri gereken Siyahların uygulamalarıyla yankı yapıyordu.
Gecekonduların isyanı ve Siyah Güç (Black Power)
Malcolm X öldürüldüğünde, büyük kentlerin gettolarında isyan patlak verdi. Artık Siyahların yarısı kuzeyde yaşıyordu. New York nüfusunun altıda birini, Chicago nüfusunun dörtte birini, Detroit nüfusununsa üçte birini oluşturuyorlardı. Bu kentlerde ırkçı uygulamalara, işsizliğe, işyerlerinde patronların hatta bazen sendikaların da işbirliği yapıp desteklediği ayrımcılığa maruz kalıyorlardı.
Sadece, genellikle yoksul olan siyahların oturduğu mahallelerin ve tamamen Beyazların oturduğu rezidanslardan oluşan mahallelerin oluşturduğu gerçek gettoların inşa edildiği görüldü. Okullar bile ayrılmıştı.
Siyahlar, oy kullanma haklarının olduğu yerlerde bile sömürü ve sefalete maruz kalıyorlardı. Siyahlara karşı uygulanan polis şiddeti hiçbir zaman cezalandırılmadı. Örneğin Los Angeles polisi iki buçuk yılda 65 kişiyi öldürdü.
1964 yılının Temmuz ayında bir polis 15 yaşındaki bir Siyahı öldürdüğünde New York'taki Harlem mahallesi alevlendi. Bu isyan, ayrımcılığı yasaklayan Medeni Haklar Yasası'nın kabulünden sadece iki hafta sonra patlak verdi.
Bu, isyancıların bu yasadan hiçbir şey beklemediğinin, yasanın geçerliliğine inanmadıklarının bir çeşit göstergesiydi. Los Angeles'taki Watts gettosunda 11 Ağustos 1965'te bir ayaklanma patlak verdi. Polisin genç bir siyaha uyguladığı kaba şiddet 6 günlük bir ayaklanmaya neden oldu. Bu ayaklanma sırasında polise ve Beyazlara saldırıldı. 4 bin kişi gözaltına alındı, 34 kişi öldürüldü. Ölenlerin hepsi siyahtı.
İsyancılar için bu ayaklanma da, oy hakkının onaylanmasından birkaç gün sonra gerçekleştiği için yine inanmadıklarını söylemenin bir biçimiydi. Bunlar kitlesel ayaklanmalardı ve bunlara 80 bin kişinin katıldığı tahmin ediliyordu. Chicago'daki 1966 yılı ayaklanmaları sırasında üç siyah öldü. Aynı yıl Cleveland'da dört Siyah daha öldürüldü.
Detroit'ta 1967 yılında patlak veren bir isyan ordu tarafından bastırıldı. Olaylarda 43 kişi öldü, bin 200 kişi yaralandı, 7 bin 200 kişi tutuklandı ve 2 binden fazla bina tahrip edildi. Bu durum 1960'lı yılların sonuna kadar sürdü.
"Black Power" (Siyah Gücü ya da Siyah İktidar) sloganı doğrudan bu getto isyanlarından, özellikle de Watts isyanından doğdu. Daha sonra birçok örgüt tarafından yeniden ele alındı ama ona hayat veren isyan oldu.
Şiddet Karşıtı Öğrenciler Koordinasyon Komitesi (SNCC) 1960 yılından beri lokantalarda ve dükkanlarda oturma eylemleri düzenliyordu ve slogan böylece gelişip yayıldı. Bu komite, Vietnam Savaşı'na karşı kampanya sürdüren Rap Brown tarafından yönetildi. Brown, "Şiddet "kirazlı tart kadar Amerikandır," diyor ve Siyahlardan silahlarını hükümete yöneltmelerini istiyordu. Diğer bir yönetici de oturma eylemleri, "özgürlük yolculuğu" ve barışçı protesto gösterileri sırasında onlarca defa tutuklanan, Medeni Haklar Hareketi'nin genç militanı Stokely Carmichael'di.
SNCC kısa bir süre sonra, sadece beyaz liberallerin de dahil olduğu basın organları tarafından değil, NAACP tarafından da ihbar edildi. Onların sloganı olan "Siyah Güç", bunların her birinin savunduğu entegrasyon (bütünleşme) politikasına aykırıydı. Bu ani bir başarı oldu. "Black Power" bir anlamda, Sivil Haklar Hareketi'nin radikalleşmiş uzantısı oldu. Yasal eşitliği elde eden Siyahlar, ekonomik ve siyasi güçlerini arttırmak için birleşiyorlardı. Bu birliğin bileşenlerinin çeşitliliği nedeniyle, sınıf mücadelesi temelinde değil Siyah milliyetçiliği temelinde bir araya geliyorlardı.
"Black Power'ın" amacı hiçbir zaman Beyazların iktidarını devirmek olmadı zaten bunun için olanakları da yoktu. Black Power bir bakıma, şimdi kendi payını isteyen siyah küçük burjuvazisinin çıkarlarını temsil ediyordu ABD'de belirgin hiçbir güç devrimci proleter perspektifi savunmuyordu.
Hiç kimse siyah hareketine bu perspektifi önermiyordu. Siyah milliyetçiliği bir anlamda kaçınılmazdı çünkü maruz kaldıkları baskı ve şiddet her zaman beyazlar tarafından yöneltiliyordu. Buna bağlı olarak, aiyahların sömürü ve sefalete karşı sosyal isyanları, onların ırkçı ayrımcılığa karşı isyan ve mücadelelerine karışıyordu.
Kara Panterler
"Black Power" derinlikli bir hareketti. Örgütlerinden biri, kuşkusuz en önemlisi Kara Panterler (Black Panthers) oldu. Huey Newton ve Bobby Seale tarafından, 1966 yılında Kaliforniya'nın Oakland kentinde kurulan "Öz Savunma İçin Kara Panter" İslam'ı savunmasa da Malcolm X'in geleneğine katıldı. Polis bir siyahı tutukladığında, görünür bir biçimde ellerinde bulunan ceza kanununun maddelerini okuyorlar ve polisi zorlayıp tutuklama yapmaktan vazgeçiriyorlardı.
Ani bir başarı kazandılar. Dört yılda 68 kentte seksiyonlar oluşturdular ve binlerce de üye kazandılar. Kısa bir süre sonra, polisle birçok karşılıklı çatışmaya gireceklerdi. Gasp eden, dayak atan, hatta muhalif ve muhbirleri öldüren küçük bir milis oluşturdular. Bir anlamda devlet aygıtına kafa tutuyorlardı.
Örneğin 1967 Mayısında, Kaliforniya Eyaleti Meclisi'ni silahlı olarak işgal ettiler. Bu onların ani ve şiddetli bir karşı saldırıya uğramalarına mal oldu. 1969'da yüzlerce militan tutuklandı. FBI, Chicago Panterlerinin yöneticisi Fred Hampton'un bir polis baskını sırasında yatağında öldürülmesi gibi, birçok militanı öldürdü. Çoğunu etkisiz kılmak için de kanıtlar üretildi, hileli duruşmalar yapıldı. 1950 yılında komünistlere karşı oluşturulan Cointelpro haber alma programıyla yüzlerce operasyon düzenlendi.
Bununla birlikte siyah hareketi gerileme eğilimine girmişti. Kara Panterler iç bölünmelerle zayıflamış, FBI'ın darbeleriyle büyük bir bölümü tahrip edilmişti. Ancak, Malcolm X zamanında sahip olunan yıkıcı fikirleri kaybeden İslam Ulusu gibi diğer örgütler, daha ılımlı fikirleri benimseyerek daha iyi dayandılar. Bu örgüt, iktidarla tüm çatışmalardan sakınarak, en az beyazlarınki kadar eşitliksiz ama siyahların beyazlarla aynı fırsatlara sahip olabilmelerini sağlayacak bir Siyah kapitalizm programını uygulamaya koyarak kendi durumunu ve mevkisini korumaya çalıştı. Giderek daha da ılımlı oldu ve Siyahların en isyancı fraksiyonunun, özellikle de gençlerin ilgisini ve güvenini kaybetti.
1970'li yılların gerileme döneminden günümüze
1960 yılında, siyahların yüzde 20'si, 1972'de yüzde 62'si seçmen listelerine kaydedilmişti. 1940 yılında, Siyahların yaşam düzeyi Beyazlarınkinin yüzde 41'i, 1970 yılında ise yüzde 60'ı olarak kaydedildi. 1930 yılında, üniversitelere kaydolan siyahların sayısı 27 binken, 1970 yılında yarım milyon oldu.
Yüksek öğrenimden sadece bir azınlık bütünüyle yararlanabiliyordu. Önceden yüksek öğrenim siyahlara kapalıydı. Daha sonra serbest meslekler, hukuk, entelektüel beceri gerektiren alanlara girmeye, ya da siyasi kariyer yapma ve devlet aygıtında yer alma gibi olanaklardan yararlanmaya başladılar.
Siyah küçük burjuvazisi oluştu. Siyah belediye başkanları, temsilciler, siyah senatörler seçildi. Kişisel başarının en tanınmış örneği Obama oldu. Onun başkan seçilmesi, ABD siyasetinde artık ırkçılığın bulunmadığının ispatı olarak sunuldu. Ancak Obama, kendini dayatan ırkçılığa rağmen 2008 yılında seçildi, çünkü Bush ve Cumhuriyetçiler özellikle Irak savaşıyla, inandırıcılıklarını tamamen yitirmişlerdi.
Sosyal fırsat eşitsizliği
Bir Beyaz aile, ortalama olarak siyah bir ailenin iki katından fazla kazanıyor. Yoksulluk oranı, aynen 1960'lı yıllarda olduğu gibi, siyahlarda beyazlarınkinden 3 kat daha fazla. Milyonlarca insan, elindekilerin değer kaybettiğine tanık oldu ve bu durum, siyahlar arasında beyazlardan daha yaygındı.
Beyaz aileler ortalama olarak, siyah ailelerin 6 katı zenginliğe sahip. ABD'de biraz mülk sahibi olmak zenginlikle eşanlamlı değil. Örneğin, çocukların yüksek öğrenim masrafları, tedavisi veya bir ameliyat giderlerinin karşılanması için önceden tasarruf etmek zorunlu. Kısacası, siyahlar 1930 krizinden bu yana, yaşam düzeylerinde daha önce görülmemiş bir bozulmaya tanık oldular.
Ülke, büyük yerleşim yerlerinin yoksul siyah çocukları için, zengin mahallelerdeki beyaz çocuklar için harcananın üçte birinden daha azını harcıyor. Az gelir, daha çok sayıda öğrenci anlamına geliyor. Yoksul mahallelerin okulları, zengin mahallelerindeki okulların donanımlarına sahip değil.
Yoksul mahallelerin okulları, öğretmenlere daha az maaş ödüyor. Öğretmenler genellikle daha az nitelikli, daha az sayıda ve biri gidip diğeri gelerek birbirlerini izliyorlar. Hatta okullar, uzun dönemler boyunca öğretmensiz kalabiliyor. Mali zorluk içindeki belediyelerin basitçe okulları kapattığı, öğretmenleri işten çıkardığı, bazen ne eğitimi ne de deneyimi olan öğretmenleri yani daha az maliyetli olanları yeniden işe alması gibi değişik durumları saymıyoruz.
Eşitsizliklerin sonucunda, beyazların yüzde 75'ine karşılık siyah gençlerin sadece yüzde 54'ü lise eğitimini tamamlayabiliyor. Uygulamada, beyaz yetişkinlerin yüzde 14'ü, Siyah yetişkinlerin ise yüzde 38'i okuma yazma bilmiyor.
Başka türlü nasıl olabilir? Her 10 genç siyahtan biri, 18 yaşına varamadan ölüyor: Kimi yoksulluk nedeniyle gerekli tedaviye ulaşamayıp hastalık sonucu, kimi ırkçılar tarafından, kimi polisin uyguladığı şiddet sonucu, büyük çoğunluğu oluşturan bir kısmı ise diğer siyah gençler tarafından öldürülüyor.