Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

Ulus devletlerin dönüşü mutlak anlamda bir tehdit değildir

Eğer işler salgın ve ekonomik gerileme öncesinde olduğu gibi devam ederse muhabirleri 1970'lerden bu yana basına egemen olan G7 Zirvesi’nin etkinliklerini kayda almak üzere Washington'a gitmeye hazır bulacağız.
Ancak iki kez erteledikten sonra bu yılki toplantı için belirlenen tarihin bir kez daha ertelenmesi ihtimal dahilinde görünüyor. Bir avuç bürokratın aksine herhangi birinin bu zirvenin toplanamamasından dolayı üzüleceğini düşünmüyorum. Nitekim bu zirve, olumlu teşviklerin yanı sıra şeffaflık yokluğu ve aldatma girişimleriyle dünya işlerinin düzenlenmesi görevini üzerine almış gibi görünüyor. G7’nin her yıl zirve yapması geleneği, 1970'lerde meydana gelen ilk petrol şokunun ardından Fransa Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d'Estaing’in girişimi doğrultusunda başladı. Amaç ise bu şokun sonuçlarının üstesinden gelmek adına Japonya'nın yanı sıra 5 Avrupa ülkesinin yer aldığı yedi büyük ekonomiyi tek safta birleştirmekti. Zirve, yıllar sonra siyasi bir boyut kazandı. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra Rusya da 8’inci ülke olarak bu gruba katıldı ve imajını küresel bir politikacı gibi tazelemeye doğru ilerliyor.
Ancak Başkan Trump bugün söz konusu yapının bütünüyle anlamsız hale geldiğini söylüyor. Nitekim mesele, Trump'ın destekçileri ile muhalifleri arasında yeni bir çekişmeye dönüşmüş durumda. Bir taraf Trump’ın hiçbir şekilde hata yapmadığını savunurken diğer taraf ise onun yaptığı ve söylediği her şeyin yanlış olduğu kanaatinde. Bütün bunlarla birlikte G7 Zirvesi’nin önemine ilişkin sakin ve rasyonel bir tartışma yapmak zorlaşıyor. Fakat biz yine de deneyelim.
Bazıları, büyük ekonomilerin fikir alışverişinde bulunmalarına ve politikalarının bazı yönlerini koordine etmelerini sağlayan mekanizmalara ihtiyaç olduğunu iddia edebilir. Ancak G7, bu fikri yeterince karşılamıyor gibi görünüyor. Yedi üye ülke, birlikte küresel ekonominin yüzde 40'ından biraz fazlasını oluşturuyor. Kanada ve İtalya gibi ülkeler de bu grubun içerisinde bulunuyor. Ancak gruba katılmayan Çin, Hindistan ve Brezilya gibi büyük ekonomiler de var.
Diğer taraftan gruba üyelik aralığını genişletmek isterseniz nerede duracaksınız? Muhtemelen daha fazla ülkeye davetiye gönderilebilir. Fakat zaten bazı durumlarda 50'den fazla ülkeyi bir araya getiren bir G20 var. Daha fazla genişletmek istediğiniz zaman da karşınıza 193 üyeli Birleşmiş Milletler (BM) çıkıyor. Her iki durumda da G7’nin varlığı zaruri değil.
Ancak asıl sorun başka bir yerde olabilir. Şu anda küresel siyasi düzeyde incelemekte olduğumuz eğilim, küreselleşme görünüşlerinden uzaklaşmaya ve ‘ulus devleti’ uluslararası ekonomik ve ticari ilişkiler için önemli olan iki temel faktörden biri olarak tazelemeye doğru ilerliyor. İkinci faktör, devletler arasındaki ticari faaliyetlerdir. Bu durum, ara faktörlerden olduğu varsayılan G7 ve G20’nin artık önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Birleşmiş Milletler dahil uluslararası örgütler, yeni ortaya çıkan küresel düzende artık gerçek bir rol oynayamazlar.
Dünya Sağlık Örgütü'nün mevcut korona salgını karşısındaki felaket performansı, genel nitelikteki bir sorunun sadece bir örneğidir. Dünya Bankası ve Uluslararası Kalkınma Fonu'nun (IMF) yaklaşmakta ve her ülkeyi etkisi altında alacak olan ekonomik krizle bağlantılı durumlar söz konusu olduğunda ortalarda görünmemesi dikkat çekicidir. Dünya Ticaret Örgütü'nün yıldızının söndüğü ve unutulmaya yüz tuttuğu bir zamanda kurumun yöneticisi daha kârlı bir iş arayışıyla bu batan gemiyi terk ediyor.
Bu münasebetle geçen 10 yıl içerisinde ulus-devlet döneminin sona ermesiyle ilgili birçok yazının ortaya çıktığını belirtmek gerekir. O zamanlar Almanya'nın en ünlü filozofu Jürgen Habermas bile ulus devletin ölüm ilanı niteliğinde bir kitap yazdı. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron başta olmak üzere diğer bazı isimler ise Avrupa Birliği (AB) ile başlayan etno-kültürel blokların gelecekteki gündemi şekillendireceği bir gelecek öngördü. Ancak Macron'un bile bugün kendi ülkesinin sınırlarını kapatıp ‘milletimiz savaş halinde’ gibi bir sloganı yükseltmek zorunda kaldığını görüyoruz. Her en kadar kendi tarzında yapmış olsa da ulus-devlet bayrağını taşıyarak başkanlığı kazanan Trump'ın durumu daha farklıdır. Hindistan, Brezilya, Avustralya, Polonya, Macaristan ve Slovakya başta olmak üzere bir dizi bölgede milliyetçi eğilimler güçlü bir şekilde yeniden canlandı. Brexit ile birlikte Britanya’da da benzer bir durum yaşandı.
Kuşkusuz ulusal söylemdeki bu tırmanış birçoklarını endişelendirmektedir. Mussolini, Hitler ve daha az ölçüde Franco ve Juan Peron göz önünde bulundurulduğunda endişenin haklılığı gerekçelendirilebilir. Bununla birlikte Mussolini ve Hitler'in sosyalizm bayrağını yükselttikleri unutulmamalıdır. Franco ise Kastilya ulusundan daha fazla Katolik Kilisesi'nin koruyucusu olduğunu iddia etmişti.
Vestfalya Antlaşması’ndan bu yana ulus devlet fikri uluslararası varoluşun doğal birimini oluşturmuştur. Küreselleşme eğilimleri ise 19’uncu yüzyılda başladı. Marksistler, devletlerin varlığını inkâr ettiler ve sosyal sınıfları insani varoluşun birimleri olarak gördüler. Buna karşılık çok uluslu kapitalist kurumlar ise dünyayı bir kaynak deposu ve büyük bir pazar olarak görüyordu. Bazıları bu ikinci tarafın kurallara dayalı bir dünya düzenini yönetmek için tasarlanmış uluslararası kurumlar yaratmanın yolunu açtığını düşünebilir. Bununla birlikte son 30 veya 40 yıl boyunca, ulus ötesi eğilimler uluslararası eğilimlerin yerini almıştır. Uluslararası eğilimler çerçevesinde ulus devletler, özel ve ortak çıkarların gözetilmesiyle etkileşime girerler. Ulus ötesi tutumlar bağlamında çokuluslu dev ticari kuruluşlar çıkarlarını gözetmek için ulus-devletlere yönelirler.
Ulus devletlerin önümüzdeki yıllarda yeniden gün yüzüne çıkacağı kesinleşirse bu durum İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde tanımlanmış olan klasik uluslararası iş birliğinin yeniden canlanmasına yol açabilir. Diğer taraftan ulus devletlerin geri dönüşü, dar bir milliyetçi eğilimden ziyade uluslararası yönelimlere ve küreselleşmeye yeni bir hayat bahşedebilir. Bunun gerçekleşmesi için en iyi ihtimalle dikkat çekmek isteyen politikacıların fotoğraflarının çekilmesi amacını güden birtakım vesilelerden ibaret olan G7 gibi aldatıcı görünümdeki yapıları geride bırakmak gerekir.
Dünyanın bugün ihtiyacı olan şey, ulus devletlerin sabırlı, kararlı ve ilerici diplomatik ve politik çalışma yoluyla yeni bir uluslararası iş birliği ruhunu açığa çıkarmalarıdır. Bu şekilde insani varoluş için yeni bir yapı formüle edilebilir. Bu sebeple kimliğini ön plana çıkaran devletler dünya düzenine bir tehdit olarak görülmemeli. Belki de gençler bu hasta ve yaşlı sisteme çeki düzen verebilirler.