Hazım Sağıye
TT

Lübnan: Yıkım sahnesi ve akrabalık sistemi

Bir yönetim var olma gerekçelerini kaybettiğinde, ardından kendisine karşı başlatılmış devrim de tıkandığında bu, kapsamlı bir çöküş demektir. İşte bugün Lübnan bu durumda: Ne yönetim ne de değişim var.
Bu tür ortamlarda korkular büyür ve gelişir. Bunlardan biri de “kendi güvenliğini sağlama” korkusudur. Her dini grup kendi bölgesine çekilerek şu iki şeyden korunmaya çalışır: Kapsamlı ekonomik krizin güvenlik krizine dönüşmesinin yansımalarından ve kendisine saldırmak için “fırsat kollayan” ve “bölgesine kadar uzanmayı” düşünen diğer mezhepçi ve bölgeselci gruplardan. Bu durumda, güvenlik güçleri ve ordu bir güven kaynağı olmaktan çıkar çünkü ekonomik çöküntü ve zorlu yaşam koşulları onların da içinde çatlaklara neden olup unsurlarını mezhepsel ve bölgesel kökenlerine geri döndürebilir. Nitekim ABD’nin Lübnan ordusuna yaptığı yardımları durdurması olasılığı, bahsi geçen bu tehlikeyi artırıyor.
Böyle bir korku senaryosundan korkanlar için Beyrut’un bazı iç sokaklarında ve kırsal kesimdeki mezhepsel mahallelerde yaşananlar, dağıtıldığı söylenen silahlar, kurulduğu iddia edilen örgütler, düzenlendiği belirtilen parti koordinasyon toplantıları bunun kanıtıdır. Bütün bunlara bir de artık herkesin bildiği, Ayn el-Rummana (Hristiyan) bölgesine baskın girişiminde bulunan, Sünnilerin bazı kutsallarına hakaret eden, “Şia, Şia” sloganları atan motosikletli gençlerin provokasyonları eklendi.
Bu yaşananların ne anlama geldiğini herkes biliyor ve mezhepçi gerilimin belirli işlevlere sahip olduğunun farkındalar. Bu işlevler: 17 Ekim devriminin yeniden başlamaması, Suriye’ye yapılan kaçakçılığın kapılarının kapanmaması, Lübnan’ın Ceaser (Sezar) Yasasını uygulamaması ve tabi ki direniş ile ekmeği karşı karşıya getiren o denklem gerçeğinin ortaya çıkmamasıdır. Kim bilir, belki de bu gerçeği kamufle etme eğilimi, Güney Lübnan’da bir askeri eylem şeklini alabilir ve kendisinden başka tüm sesleri bastıran İsrail ile savaş sesi tekrar yükselebilir.
Peki, dünyanın bu bölgesi neden her zaman bu kadar kolay bir şekilde mezhepçiliğe geri dönüyor?
Sadece 20 yıl geriye dönersek, 2003 yılında Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden sonra Irak’ta nasıl da bir mezhepçi ormanın ortaya çıktığını ve Saddam’ın yaptığı tek şeyin onu bastırmak, gölgede gelişmesine ve içten içe kaynamasına izin vermek olduğunu hatırlarız. Aynı şekilde, 14 Mart 2005’te ülkelerinin egemenliğini destekleyen Lübnanlıların, mezhepçiliğin üstesinden geldiklerine dair tek bir net örnek bile sunmakta başarısız olduklarını da. Yakın bir zamanda yaşandığı için Suriye devriminin, rejimin vahşeti ve dünyanın umursamazlığının bir araya gelmesi ile nasıl bir iç savaşa (ayrıntıları farklı olsa da aynı şey Yemen ve Libya devrimleri için de söylenebilir) dönüştürülebildiğini biliyoruz. Daha sonra 2019 ve 2020 yıllarında Iraklılar ayaklandı ama Sünniler kendilerini devrimin dışında tuttular. Daha sonra Lübnanlılar ayaklandı ama Hizbullah, Şiileri devrimin dışında tutmayı başardı.
Bizi biraz geriye götüren ve çok iyi bildiğimiz örneklerden bir diğeri de: Laik olarak tanımlanan ve kendisine “Arap ulusunu birleştirme” hedefini koyan Baas Sosyalist Arap Partisi’dir.  Arap birliği fikrine rağmen Suriye’de Alevilerin liderliğinde, Irak’ta Sünnilerin liderliğinde ikiye bölündü. İsrail ile savaş sloganı, Hizbullah sayesinde ve onun eliyle yeni oluşturulan Şii kimliğin bir parçası haline geldi. Buna karşılık Levant bölgesinde, komünist ve Arap milliyetçiliği gibi ideolojik olarak tanımlanabilecek partiler ise şu veya bu mezhepçi fanatikliğin koruması altında azalan ve sınırlanan varlığını korudu.
Böyle bir ortamda, mezhepçilikle mücadele daha düşüktür. Eğitim ve dış dünya ile temas, mezhepleri yıkmaktan daha çok modernize edebilir. Kimi zaman mezhep ile kesişen kimi zaman da kendisine isyan eden sosyal sınıf, kararlılık anlarında geri çekilerek kendisinin ve siyasallaşma yeteneğinin farkında olmayan ekonomik bir aktöre dönüşebilir.
Aynı gruptan kişilerin birlikte yaşaması, köken ve soylara yapılan vurgular, akrabalar arasında evliliklerin, intikam ve kendisine eşlik eden kan davalarının ağır basması, bütün bunlar modernite öncesi dönemden beri geniş akrabalık sistemimizin ana malzemesi olmuştur. Modernite ile birlikte, ekonomi ve eğitim de bu akrabalık sistemine uyum sağladı. Ekonomi, akraba gruplarını servet dağıtım ağlarına dönüştürdü. Eğitime gelince, yabancı okulların öğrenci kabulünde eşitsizliği öne çıkarmaları, bizzat bu okulların, var olan eşitsizliğin pekiştirilmesine katkıda bulunmalarını sağladı. Gelenekselci yapılar bu senteze karşı çıkmazken askeri rejimler kendisini pekiştirdi.
Bu, her zaman mezhepçi olduğumuz anlamına gelmiyor. Yüz yıl önce bugünkü anlamıyla mezhepçilik yoktu. Ancak, buna rağmen, daha sonra gelişerek mezhepçiliğin önünü açan fanatik bir aşiretçilik vardı. Fakat bu da sonsuza kadar akrabalık sistemi ve dini gruplar şeklinde yaşamaya mahkum olduğumuz anlamına gelmiyor. Biz sadece akrabalık sistemi ve mezhepçiliğe karşı direnmediğimiz için onların ömrünü uzatıyoruz. Kapitalizm, Siyonizm sömürgecilik ve gericilikle mücadele ettik ama bu ikisi ile mücadele etmedik. Bugün bile baskıları şiddetlendikçe (her ikisi de uç noktalara ulaşmış bulunuyor) aydınlarımız kendilerini inkâr etmekte ya da hafifsemekte daha fazla diretiyorlar.
Gerçek şu ki, aydınlarımızı ele geçiren ideolojik modernizm ve grupları, gerçekleri çeşitli yollarla inkâr ederek geleneksel olanı modernleştirmekten başka bir şey yapmadı. Aydınlarımız genellikle “vatansever” mezhepçi partilere dahil oldular. Emperyalizm ve Siyonizm ile mücadele etmek için onların saflarına katıldılar. Aydınlarımızın “ilerici” tutumlarının son örneği, Hizbullah ve Suriye’deki Baas Partisi’ne yönelik tutumlarıdır.  Son sahnesi ise Lübnan’dır. Burada hem otorite hem de değişim yok olurken geriye kardeşlerin birbirlerine yaptıkları yıkımdan başka bir şey kalmayacak.