Hazım Sağıye
TT

Ama hangi Doğu’ya yönelip kendisine dalacağız?

Mao’nun Çini her dönemin politikalarını, kolay ezberlenebilir, slogan gibi bir ifade ile özetlerdi.
Mesela, 1957 yılında Mao Zedong aydınları partinin ve hükümetin politikalarını eleştirmeye teşvik etmek için şöyle demişti:
“Bırakın 100 çiçek açsın”.
Bu söze inanıp gerçekten eleştiri yapan aydınların tamamı hapsedildi.
Mao’nun Çini’nde olduğu gibi bizler de yakın bir zamanda Lübnan’daki gelecek dönemin sözünün –mottosunun- ne olacağını öğrendik: “Doğu’ya yönelmek”. 
Bu çağrının ekonomik anlamı, daha dile getirilir getirilmez kendi kendini çatlattı.
Bu nedenle, bu sözle Doğu’ya yönelme eğilimini Doğu’ya dalmak şeklinde geliştirmenin kastedildiği tahmininde bulunabiliriz.
Çünkü bir yere yönelmek, belirtilen yardım talebinin ötesinde kaçınılmaz olarak bu yerden etkilenmeyi gerektirir.
Erken bir dönemde Batı’ya yönelen Araplar, her ne kadar son demde Batılı modele yaklaşmanın ve onu taklit etmenin ötesine geçmese de bir Arap Rönesansı üretmişlerdi.
Karşı karşıya olduğumuz durumda kendimizi, bir yere yönelmenin sonucu olan dalışın anlamına kadar uzanan ve yapmamız gereken açıklamalar karşısında buluyoruz.
Sözgelimi, yapılması gereken, Çin, Hindistan ve İran’ın büyük medeniyetlerini taklit etmek, Hindistan demokrasisinden ders almak ve incelemek, Batılı ekonomilerin benimsediği dış kaynak kullanımı (outsourcing) modeli sonucunda yüz milyonlarca Asyalının bir ekonomik durumdan diğerine taşındığı süreci incelemek değildir.
Burada Doğu ile kastedilen, Batılı olmayan ya da Batı’ya karşı olandır. Zorlama tanımlar her zaman eksik tanımlardır ama buradaki eksikliği artıran nokta: Bugün hiç kimsenin ne Batıya ne de doğulu sayarsak Çin, Hindistan ve Rusya’ya karşı olmamasıdır. Japonya ile Güney Kore’yi de bu doğuya dahil edebiliriz.
Bu sözde Doğu, “Doğu’nun rüzgarları Batı’nın rüzgarlarını yendi” sloganını yükselten Maoizm ile öldü. Bu slogan, tarihçilerin hala öldürdüğü milyonların sayısını saymakla meşgul olduğu “Kültür Devrimi” için kullanılmıştı.
Günümüzde Kuzey Kore, ilişkileri tamamen koparma ve “Otarşi” yani kendi kendine yeten ve güvenen ülke teorisine düşkün son “Doğulu” ses olabilir.
Batılı olana karşı olma anlamında Doğuya yönelme büyük olasılıkla her şeyden önce içinde Batılı demokrasiye nefreti, kendisinin “ulusu bozan” ve zayıflatan kültürel bir istila olduğu varsayımını gizlemektedir. Bilhassa Mao akımına mensup olanlar arasında nispeten çok sayıda kişinin çok geçmeden başta İran merkezli Humeynicilik olmak üzere milliyetçi ve dini eğilimleri benimsemeleri sebepsiz değildir.
Maoizm, Humeynicilik veya demokrasi ile çoğulculuğa karşı olan herhangi bir etiket altında onlar için önemli olan Batıya direnmektir.
Önemli olan, bizlere bu çatışmada önderlik edecek ve ilahlaştıracağımız totemi bulmaktır. Bu, Mao, Kim, Humeyni, Esed veya herhangi biri olabilir. Hepsi bunun için uygundur.
Lübnan’a gelince, bu doğuya dalması kendini tamamen yok etmesi anlamına gelmektedir.
Bu, ikisinden biri ya da her ikisi gerçekleşmedikçe imkansız bir görev olarak kalacaktır: Ekonomik ve politik sistemini doğrudan kontrol etmek ve herhangi bir düşmanla sürekli bir savaş halinde kalmasını sağlamak. Böyle bir durum gerçekleşirse bir yaşam sistemini hedef alacağı için tek bir anlamı olacaktır o da mezhepsel, bölgesel ve iç savaştır.
Öte yandan, Lübnan’ın önemi tam olarak Doğuya ait olması ama aynı zamanda daha geniş bir dünyaya ait olmayı da başarmış olmasıdır. Hatta Lübnan’ın, dar anlamı ile “aidiyet” düşüncesinin ötesine geçme konusunda bir model sunduğunu da söyleyebiliriz.
Bu anlamı ile aidiyet eğilimi yeni değildir. Bir zamanlar, farklı dünyalar arasında dolaşan oryantalistler, olmayan bir Doğu’yu keşfettikleri için hedef alınmışlardı.
Nitekim Batı - Doğu ikilisinin, oryantalizmin eleştirmenleri tarafından eleştirildikten sonra bu kadar geliştiği unutulmamalıdır.
Aynı şekilde, “Doğu Hristiyanlığı” kavramı da bu Doğunun kendi içinde çoğulcu olduğunu reddetmek için şişirilmiştir. İslam ile Hristiyanlığın birlikteliğini ve Haçlı Seferlerinin geçici bir ihanet ve anormallik olduğunu vurgulamak için tedavüle sokulmuştur. Söz konusu Doğu ise, daha sonra tek derdi aidiyetimizin ve onurumuzun sembolü Beşşar Esed’i desteklemek olan bir “doğululuk” doğurdu. İsrail’i eleştirirken ırkçı ve yerleşmeci eğilimlerine odaklanmak yerine otoriterliğin eşlik ettiği ırkçılıkla dolu bir bölgeye “ait olmadığı”na odaklandık. Hangi ahmak, kendi isteği ile böyle bir bölgeye ait olmayı ister ki?
Bu “Doğululuk” ile savaşların ve iç savaşların “Doğululuğu”nu pazarlayabilmek için kaçınılmaz olarak yalan söylemek gerekiyordu. Savaşların devam etmesi için DEAŞ’ın tek tek Lübnanlıların evlerine girmek üzere olduğu ama kurtarıcımızın bu zor anda bizi kurtarmak için harekete geçtiği söylendi.
Yine savaşların devam etmesi için Lübnan’ın Hizbullah’ın Genel Sekreterinin tanımıyla “kurtların” saldırılarından barışçıl bir şekilde kaçınmayı başardığı 1949-1968 dönemini tarihten ve hafızamızdan sildik.
Aslında bu “kurtlar” birinci direniş döneminden sonra Lübnan’a saldırdılar. Bu işgal ise ikinci direnişin önünü açtı.
Bu da, süresiz olarak son derece doğulu bir direniş hayatı yaşama talebimizin temelini attı.
Bildiğimiz gibi, geçmiş bilgisini silme, böyle garip biçimde yani mutsuz ruhlar, aç karınlar ve sadece onur kelimesini telaffuz eden ve lidere biat eden susturulmuş dillerle geleceğe girmenin şartlarından biridir. Yönelmemiz ve içine dalmamız istenen Doğu işte budur.