Hazım Sağıye
TT

İki küresel hassasiyet bir sonraki aşama için çatışıyor

Dikkate değer ve önemli tarihsel olaylar çoğu zaman farklı, belki de zıt sonuçlara yol açar.
Bu bağlamda aklımıza gelen örnek: 1929-1933 yılları arasında yaşanan “Büyük Bunalım”dır. ABD’de kriz, Franklin Roosevelt’ın başkan seçilmesi ve New Deal programının yürürlüğe girmesi ile sonuçlandı.
Almanya’da ise Nazizm’in yükselme ve iktidar olma fırsatını pekiştirdi. Roosevelt, sözü edilen kriz ve ardından İkinci Dünya Savaşı olmak üzere iki istisnai koşuldan ve kısmen kendi sıra dışılığından dolayı 1933 ile 1945 yılındaki vefatına kadar 4 dönem başkan seçildi. ABD’de ne ondan önce ne de sonra hiçbir başkan bu kadar süre başkanlık yapmadı.
Her halükarda, Roosevelt ülkesinin ekonomisini kurtarıp milyonlarca işsize iş fırsatı yaratırken öte yandan Adolf Hitler, en az 60 milyon kişinin canını alan bir Dünya savaşını başlattı. Nazi rejiminin parlamento aracılığıyla iktidara ulaşması –başka türden bir sıra dışılık olsa da- ayrı bir sıra dışı olaydı.
Ülkeler arasındaki tarihsel ve kültürel koşullarının değişken olmasının tepkilerin farklılık göstermesinde kesin bir rolü olduğuna şüphe yok.  Bununla birlikte, diğer durumlarda, seçkinler ve yöneticiler arasındaki fark da böyle bir rol oynayabilir.
Ortadoğu’da, bununla ilgili iyi bilinen bir örneğimiz var:
1956 yılında gerek Cemal Abdunnasır gerekse de David Ben-Gurion İkinci Dünya Savaşından sonra ABD’nin küresel yükselişinin önemini kavradılar.
Abdunnasır, ABD kendisini Süveyş Savaşında İngiltere, Fransa ve İsrail’e karşı desteklediğinde ve böylece en azından siyasi olarak onlara galip gelmesini sağladığında bunun farkına vardı. Ben-Gurion ise, ABD’nin Abdunnasır’a verdiği destek, askeri alanda zafer kazanmasına rağmen politik olarak İsrail’in yenilmesini sağladığında bunun önemini kavradı. İsrail Başbakanı bu gerçeği kavramasının ardından ABD ile yakınlaşmaya ve İngiltere yerine kendisine öncelik vermeye başladı. Mısırlı lidere gelince, Washington’un bölgedeki nüfuzunu hedef almayı ve liderliğini etkisi pahasına genişletmeyi seçti.
Bugün, koronavirüs salgını, ekonomik kriz, George Floyd cinayeti ve komplikasyonları ile her biri ayrı bir hassasiyeti ifade eden iki küresel paradoksal tepki ortaya çıktı.
İlk hassasiyet, milliyetçi ve popülist liderlerin en az 20 yıl önce politik davranışın bir yöntemi olarak temelini attıkları, yabancı, mülteci ve azınlıklara karşı ayrımcılıktır. Son gelişmeler bunlara, yaşlılar ile aile içi şiddete maruz kalan ve kalmaya devam eden kadınları da ekledi. Abluka, yaptırımlar ve şiddet uygulamaları bu yöntemin karakteristik özelliklerindendir. Polis de onun vurucu gücüdür.
İkincisi, ABD ve Avrupa’daki büyük şehirlerde görülen protestoların ifade ettiği, ırkçılıkla mücadele, adalet, iş fırsatlarında eşitlik talepleridir. Burada, demokrasiyi yenileme ve faaliyet alanlarını genişletme arzusu ile vatandaşların politik uygulamalarıyla ekonomi, çevre ve eğitim alanındaki somut çıkarları arasında yakın bağlantı var. Polis, bu duyarlılığa sahip olanların doğrudan rakibidir.
Nitekim ABD, Fransa ve İngiltere’de bunun örneklerine tanık olurken geride şu  soru yine cevapsız kaldı:
Bu organın işlevi, güvenliği sağlama çılgınlığı aracılığıyla insanları  korkutmak mı yoksa onlara hizmet etmek ve çevresi ile dostluğunu güçlendirmek mi?
Diğer bir deyişle, polisin temel tanımı nedir, baskı aracı mı yoksa hizmet ve koruma aracı mı? Büyük olasılıkla, uzun veya kısa bir süre boyunca bu iki hassasiyet arasındaki çatışma ile yaşayacağız. Bu çatışmanın, ulusal, dini veya etnik sınırlar içinde kalması ise zordur. Ekonomik kriz her birine diğerine karşı araçlar verecek. İlk hassasiyet (ayrımcılık) varlığının sorumluluğunu yabancılara ve ötekiye yüklemeye devam ederken ikincisi, varlığının sebebini politik ve ekonomik performansa bağlayacak.
Tabii ki, ikisi arasındaki güç farkı belirgindir. Çünkü birincisi devlet organlarına sahip iken ikincisi henüz en temel organizasyon şartlarından bile yoksundur. Bu, muhtemelen, polis karşıtı protestolarda tanık olduğumuz kontrolsüz ve yıkıcı davranışların, Almanya’nın Stuttgart şehri ile ABD ve İngiliz şehirlerinde olduğu gibi ağır şiddet ve zarar verme olaylarının nedenlerindendir. Keza, medyada, özellikle de sosyal medyadaki çatışmaların kızıştığına şahit olacağımıza da şüphe yok. Kültür ve değerler, sert tartışma konularının başında gelecek. Özellikle de beklenen kültürel üretimin büyük ölçüde ırkçılık, yoksulluk ve koronaya odaklanacağı göz önüne alınırsa.
Bu alanda acı olan, zalimlere karşı insani müdahale konusunun geçmişte olduğu gibi bu bölünmede de hala varlığı en az ve çok açık olmayan konu olmasıdır.  Ezilenlerin literatüründe demokrasi ve küresel boyuta yapılan vurgu arttıkça, bu öğeyi gündeme getirme ve kendisine hak ettiği önemi verme şansı da artar.
Bu gelişme, kasım ayındaki ABD başkanlık seçimleri, bazılarının ikinci soğuk savaş adını vermekten hoşlandıkları Çin-ABD çekişmesi, bugün dünyamızda çokça görülen iç savaşlar ve iç-bölgesel savaşlar gibi önümüzdeki büyük olaylarla nasıl bir etkileşime girecek?
Bu, muhtemelen, yakın zamanda üzerinde çokça durulacak ve düşünülecek bir konu olacak. Bununla birlikte, söz konusu iki hassasiyet arasındaki çatışma konusunda güvenle söylenebilecek tek şey, küresel çelişkileri özetlemeyecek olsa da, gidişatı ve geleceğimiz üzerinde büyük etkileri olacaktır.