Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Dün andık bugün unuttuk: Srebrenitsa Soykırımı

Batı menşeili Ortodoks/geleneksel/realist güvenlik yaklaşımları, yine Batı menşeili ancak eleştirel ekoller tarafından eleştirilmekle birlikte uluslararası ilişkiler alanındaki güvenlik anlayışları, Batılı güçlü devletler ve medya eliyle inşa edildiği için güvenlik tanımlarımız hatta anlayışlarımız Batı’nın güvenliğini önceleyen yaklaşımlar üzerinden şekillenmiştir.
Uluslararası ilişkilerdeki güvenlik alanına şöyle göz ucuyla baktığınızda, en büyük yıkımın 2. Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımı olduğu, bundan sonraki sürecin Batılı kapitalist ülkelerin lehine sonuçlanan Soğuk Savaş olduğu ve en sonunda en büyük problemin 11 Eylül Saldırıları olduğunu görürsünüz. Sanki 1945-2001 arasında güvenlikle ilgili hiçbir problem yaşanmamıştır. Daha açık ifade edeyim; sanki Avrupa’nın göbeğinde binlerce insan soykırıma tabi tutulmamış, Bosna’da soykırım yaşanmamıştır.
Bu köşede sık sık Batılı kimliğin, kendi gibi olmayanları ötekileştirerek kendisine bir kimlik ürettiğinden bahsediyorum. Bu bahsin önemli öznelerinden biri de Edward Said’in oryantalizm kavramsallaştırmasından ortaya çıkıyor. Batılı oryantalist anlayışlar için Doğu, daha özel ifadeyle Müslümanlar hep yönetilmesi gereken “geri kalmışlar” ve “şiddetperest” kişiler olarak resmediliyor. 11 Eylül yaşanmadan önce NATO kendisine yeni tehdit aradığı için Müslümanlar tehdit olarak gösteriliyordu. 11 Eylül ile bu ezber zirve noktasını görmüştü. Oysa Batı Hristiyan kimliğine sahip Sırplar, aynı kimliğe sahip Hollanda askerleri, “insani müdahale” üzerinden “Barış Gücü” oluşturan BM, 1995 yılında, yani daha dün, Avrupa’nın ortasında bir soykırım yaşanmasına neden oldular.  Aslında bu soykırım 2. Dünya Savaşı’ndan sonra görülen en büyük kıyım ancak güvenlik daha önce de ifade ettiğim gibi Batı Hristiyan dünyası tarafından koordine edildiği için Müslüman Boşnakların uğradığı soykırım hep geri planda kalıyor.
Buraya kadar ifade ettiklerim meselenin uluslararası boyutuydu. Elbette uluslararası ilişkiler alanı kimlik, kültür, ideolojiler üzerinden çatışmaları da ele alıyor hatta birçok teori sosyolojik/toplumsal alanlardan da besleniyor ancak bu soykırımın bir de travmatik toplumsal boyutu var.
Bosna Soykırımı’nın 25. yıl dönümündeyiz ve hala insanların bir kısmı olması gerektiği gibi defnedilemedi. Bir kısmının kimlikleri tespit edilemedi.
Her yıl dönümünde soykırımda hayatını kaybedenlerin yakınlarına mikrofon uzatılıyor. Duyduklarımız her seferinde bir başka açıdan canımızı yakıyor. Bunlardan biri de, “Oğlumu düğününe davet ettiğimiz Sırp komşumuz öldürdü” diyen annenin ifadesi…
6-7 Eylül Olayları sırasında, Yahudi Soykırımı sırasında ya da benzer olaylar sırasında insanlar milliyetçi güdülerle bir gün önce normal ilişkileri olan komşularına, tanıdıklarına bir gün içinde düşmanlık duyarak saldırdı, onları canice katletti. Ancak bu öyküler arasında sayısı az da olsa komşuları, tanıdıkları tarafından korunanlar vardı. Bosna Savaşı’nı, Srebrenitsa Soykırımı’nı nazarımda en katlanılmaz yapan da buna benzer bir tane insani anının olmaması… Elbette bunun siyasi, ideolojik, sosyolojik birçok nedeni vardır ancak en basit ifadeden en çetrefilli teorilere kadar hiçbir açıklama ve hatta Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı bile bana bu vahim durumu açıklayamaz.
Dün 11 Temmuz’du Srebrenitsa Soykırımı’nın yaşandığı tarih, andık… Bugün 12 Temmuz unuttuk… Kimse yeşil-beyaz işlenmiş dantellerle, kahve fincanlarıyla, fotoğraflarla, toplu mezar görüntüleriyle ilgilenmiyor artık. Bir başka açıdan daha unuttuk ve hatta soykırımdaki temel güdüyü tespit edemedik. Dünyanın her yerinde, yanı başımızda ve hatta kendi içimizde milliyetçi söylemi siyasi amaçlar için yükseltip duruyoruz. Ancak o “vatansever kahramanlıkla” sempatikleştirmeye çalıştığımız milliyetçi eğilimler, ırkçılığın kapısına yöneliyor. Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Komşularınızı öldürmekten bile imtina etmeyecek katliamcılık potansiyeli taşıyan bireyler oluşturuyoruz. Vatan sevmekle, masum insanlara kıymak arasındaki çok net ayrımı bile göremeyecek saldırganlığı üretiyoruz. Eğer Bosna Soykırımına gerektiği kadar ihtimam gösteriliyor olsaydı, küresel çapta ırkçılığı besleyecek siyasi söylemlere bu denli ivme kazandırılamazdı.
Srebrenitsa Soykırımı 25 yıldır en acı haliyle karşımızda duruyor. Sırpların yaptığı katliamların, tüm dünyanın birleştiği Barış Gücü çalışmalarının “yardımıyla” sağlandığı gerçeği canımızı daha da fazla acıtıyor. Ve bugün AB Komisyonu Başkanı, Bosnalıları “koruyamadıklarını” ifade ediyor ve üzüntülerini dile getiriyor. Koruyamamak, bir imkansızlık ifadesidir. Oysa Bosnalıları koruması gerekenler imkansız bir durumda değildiler. İsteselerdi bu soykırımı önleyebilirlerdi, bile bile göz göre göre soykırıma davetiye çıkarttılar, izlediler. Ve güvenlik meselesini yine kendi beklentileri üzerinden ifade ederek Srebrenitsa Soykırımı’na; Yahudi Soykırımı, Soğuk Savaş zaferi, 2. Dünya Savaşı ve 11 Eylül’ü gölge ederek daha ehemmiyetsiz bir durummuş muamelesi yapıyorlar. Böylece soykırıma dair kabul edilemez olan ne varsa sayılarını arttırarak ve soykırımı unutturarak yine meseleyi kendi lehlerine çevirmeye çalışıyorlar.