1967'deki yenilgiyi Mısır'da öğrenciyken, 1982'de İsrail ordusunun Beyrut'a girişini Lübnan Üniversitesi'nde öğretim görevlisiyken ve 14 Şubat 2005'te Başbakan Refik Hariri suikastını onunla birlikte çalışırken yaşadım... Tüm bu trajediler acı ve gözyaşlarıyla karışmıştı. Ancak Gazze Şeridi'ndeki savaş ve onun insani, kentsel ve siyasi sonuçları gibi bir şeye hiç tanık olmadım. Bu savaşın dehşetini gölgede bırakabilecek tek şey, onun taşıdığı anlamsızlık ve sarsıcı sıradanlıktı. Sanki Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ ile Nietzsche’nin ‘İyinin ve Kötünün Ötesinde’ isimli eserlerinde ele aldıkları tezler bu trajedide buluşuyordu.
Bu savaşın saçmalığı ya da anlamsızlığı, nedenlerinin belirsizliğinden ve en azından görünürde bir gerekçesinin olmamasından kaynaklanıyor. 2019'dan bu yana Katar’ın arabuluculuğuyla Hamas ile İsrail arasında bir tür ateşkes süreci yürütülüyordu. Bu anlaşmaya göre Hamas saldırılardan kaçınacak, karşılığında Katar’dan mali destek alacaktı. Oysa geçmişte, üçüncü ya da dördüncü kez patlak veren savaşlar Gazze’yi yerle bir etti. Bu yıkımın sorumluluğu sadece İsrail'e değil, aynı zamanda Gazze’yi yöneten Hamas’a da aitti. Şimdiye dek Hamas, İsrail’le giriştiği tüm savaşlarda yenilgiye uğradı. Hamas’ın tek zaferi, 2007 yılında Filistin yönetimine bağlı polis güçlerine karşı gerçekleştirdiği darbeydi; o çatışmalarda, çatı katlarına sığınan polisleri oradan aşağı atacak kadar ileri gitmişlerdi. Siz (Hamas’ı kastediyor) İsrail’i bizden daha iyi tanıyorsunuz. O halde neden Gazze halkının hayatını, çocukların geleceğini ve kentin altyapısını böylesine büyük bir riske attınız?
2023 baharında dikkat çekici gelişmeler yaşandı: ABD ile İran arasında bir esir takası gerçekleşti, İran’a ait bazı dondurulmuş varlıkların serbest bırakılması gündeme geldi... Aynı dönemde merhum Hasan Nasrallah’ın ‘arenaların birliğinden’ söz ettiği konuşması öne çıktı. Hemen ardından Hamas ve İran’dan yetkililer Nasrallah’la görüşmek üzere bir araya geldiler. Sonrasında ise İslami Cihad Hareketi, İsrail kentlerinde ve kasabalarında saldırılar düzenlemeye başladı; bu sırada Hamas’ın bu eylemlere katılmadığından yakınılıyordu. Bütün bu gelişmeler ışığında bana göre Aksa Tufanı Operasyonu esasen İran tarafından yönlendirildi. Amaç, tüm cepheleri bir anda ateşe vermekti; fakat sonuçta bu girişim yalnızca Hasan Nasrallah’ın ‘destek savaşı’ çağrısına hizmet eden bir hatta yöneldi.
Savaşın başlamasının hemen ardından Hamas taraftarları, Arap ülkelerini çatışmaya katılmamakla suçlamaya başladı. Bu suçlamaların yanı sıra, İran yanlısı çevrelerden de bir başka iddia yükseldi: Onlara göre savaşın çıkmasının asıl amacı, Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki olası yakınlaşmayı engellemekti. Oysa bu iddia, gerçeklikten uzaktır. Çünkü Suudi Arabistan, defalarca dile getirdiği gibi, İsrail ile herhangi bir normalleşmenin yalnızca, 2002’de Beyrut Zirvesi'nde ilan edilen Arap Barış Girişimi çerçevesinde, bağımsız bir Filistin devletinin kurulması halinde mümkün olabileceğini net şekilde ifade etmiştir.
Asıl trajedi ise yine aynı: yıkım, ölüm ve zorunlu göç... Peki ama, 100 ya da 150 rehinenin serbest kalması, on binlerce insanın hayatına, yerleşimlerin yerle bir olmasına ve kitlesel felakete değer miydi? Hamas, daha önceki örneklerde olduğu gibi, İsrail'in rehine takası uğruna askeri kazanımlarından vazgeçeceğini düşünmüş olabilir. Ancak pratikte, Netanyahu hükümeti bu savaşı yalnızca Gazze sorununu değil, aynı zamanda Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’deki İran’a yakın tüm unsurları hedef almak için bir fırsata dönüştürdü. Hatta İran’ın kendisine gözdağı verme fırsatı olarak gördü. Hamas ise savaşın sadece birkaç rehinenin serbest kalmasıyla sınırlı kalacağını zannediyordu. Birçok uzman, aşırı sağcı İsrail hükümetinin bu savaşı, ABD'nin ve Batı dünyasının verdiği destekle adeta bir zafer sarhoşluğu içinde yürüttüğünü belirtti. Bu sarhoşluk, yalnızca Hamas’ı değil, çevresindeki tüm tehditleri ezme; hatta Filistin devletinin kurulmasını öngören projeyi de tamamen ortadan kaldırma iştahına dönüştü.
Hamas destekçileri ise hâlâ bu savaşın, Filistin meselesini yeniden dünya gündemine taşıdığını ve bu uğurda yapılan fedakârlıkların haklı olduğunu savunuyor. Oysa bu, büyük bir yanılgıdır. Dünya, Gazze’de yaşanan katliamlar karşısında dehşete kapıldı ve her ne kadar geç de olsa uluslararası kamuoyu nihayet, kalıcı barışın ancak bir Filistin devletiyle mümkün olabileceğini anlamaya başladı. Fakat burada da bir gerçek açıkça ortaya kondu: Dünya artık barış ve devletten yana; ama Hamas’sız bir çözümle... Hamas’ın sunduğu model cazip olsaydı, uluslararası toplumun neredeyse tamamı hâlâ onu ‘terör örgütü’ olarak tanımlıyor olmazdı.
Tüm dünya artık biliyor ki Arap ve İslam ülkeleri, Suudi Arabistan liderliğinde üç temel hedef için çetin bir mücadele verdi: savaşın durdurulması, Gazze halkının yok olmaktan korunması için insani yardımın sağlanması ve iki devletli çözümün hayata geçirilmesi. Eğer Hamas’ın, Hizbullah’ın ve Irak ile Yemen’deki milislerin maceracı eylemleri olmasaydı, bu çabaların çoğu gerekli olmayacaktı. Daha da ironik olanı, şimdi Arap ve İslam ülkelerinin, İsrail’in güvenliğini sağlama sorumluluğunu üstlenirken aynı zamanda Gazze’ye yönelik yönetim ve yeniden imar sorumluluğunu da almaya zorlanmalarıdır. Bu sorumluluk, Filistin devletinin kurulmasına destek olmayı; Lübnan’ı milislerin pençesinden kurtarıp yeniden inşa etmeye katılmayı; Suriye’yi büyük çöküşünden çıkarmak için kapsamlı bir kalkınma çalışması yürütmeyi gerektirir. Elbette nihai hedef özgürleştirmedir.
Milislerle yapılan deneyim, özellikle Filistin bağlamında benzersiz bir felaket oldu. Bu yüzden Filistin’in, Arapların ve dünyanın çıkarı gereği, milislerin sahadan çekilmesi şarttır; ancak o zaman biz bu ‘cihatçı’ katliamlarla, sanki sürekli olarak hem İsrail hem de İran için çalışıyorlarmış gibi hareket eden güçlerle olan ıstıraptan kurtulabiliriz.