Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Halkın dini ve seçkinlerin dini

İnsanların geneli din ile dini bilgi, yani Allah’ın korumayı vaat ettiği vahiy ile insan ürünü olan içtihat ve tefsir arasında bir ayrım olduğunu kabul eder. Geçen haftaki yazımda, “Müslümanların kusurları İslam’a mal edilemez” ifadesinde açıkça görülen, eleştiri veya ayıplamanın konusu olan meselelerde Müslüman ile din arasında yapılan genel ayrımdan söz ettim. Bu ayrım, bazı insanların kusurlu gördüğü eylemlerle sınırlıdır. Kuşkusuz bu ayrımı belirtmek amacıyla sahiplerinin aktardığı durumlara rast gelmişsinizdir.
Mesela adamın biri bir devlet dairesine girer ve işinin çabucak halledilmesi için oradaki görevliye para ve çikolatayla rüşvet verir. Görevli parayı alıp çikolatayı geri verir. Çünkü o gün oruçludur. Anlatılan bu hikayenin anlamı adamın oruçlu olduğu halde rüşvet alabiliyor olmasıdır. Anlatılan bir diğer hikayede de çalışanlardan biri Zilhicce Ayı’nın ilk haftasında tutulması müstahab olan orucu tutuyor, fakat günün çoğunu uyuyarak geçiriyor. Bir başka görüntüde, bir Avrupa başkentinde Cuma Namazı kılmak amacıyla ana caddeyi kapatan ve trafiğin aksamasına sebep olan Müslümanlar görünüyor.
Okuyucuların çoğunun böyle hikayelere bizzat tanık olduklarını veya bir yerden duyduklarını biliyorum. Bunlardan bazıları doğru olmakla birlikte aralarında uydurulmuş olanlar da vardır. Ancak Müslümanlar arasında namaz kılıp rüşvet alanların bulunduğunu biliyoruz. Cemaatle namazı kaçırmamak için insanlar için engel oluşturanlar var. Bu tür eylemler, dinin ruhu ile bazı insanların uygulamaları arasındaki farkı gösteriyor. Birine böyle bir olay anlattığınızda derhal kusurun İslam dininde değil Müslümanlarda olduğunu söyleyerek size cevap verecektir.
Bu sözleri doğru mu yanlış mı?
Bu sözü doğru kabul ettiğimiz takdirde Müslüman ülkelerde tanık olduğumuz geri kalmışlık, kaos, savaş ve yoksulluk için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Yani ‘Bu Müslümanların sorumlu olduğu bir husustur, İslam bu konuda masumdur’ diyebilir miyiz? Ya da kusuru hem dine hem de takipçilerine nispet etmek mi gerekir? Yani din, yanlış davranışlarda bulunan takipçilerinin yükünü taşır mı? Bu soruları sormamın amacı okuyucuyu da benimle birlikte bu fikirlerin sonuçları hakkında düşünmeye teşvik etmektir.
Burada bir an durmamız ve derinlemesine düşünmemiz gerekiyor. İnsanlar arasında dolaşımda olan fikir ve sözleri gözden geçirmek gerekiyor. Bahsetmiş olduğum mesele de bunlardan biridir. İşin aslında din de takipçilerinin iyi ve kötü davranışlarından nasibini alır. Bundan dolayıdır ki takipçileri saygıyı ve övgüyü hak eden bir şey yaptıkları zaman dine saygı gösterir ve takdir ederiz. Adalet ilkesi gereği koyun kiminse kar veya zararın da onun olduğunu yani övgü ve hürmete kim layıksa saygıyı onun hak ettiğini de biliyoruz.
Fakat burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Din derken neyi kastediyoruz? İnzal edilen dini mi yoksa insanların anladığı ve uyguladığı dini mi? Burada vahyi tenzih edip söz konusu tartışmaları takipçilerin anlayışları ve uygulamaları üzerinden yürüten yaygın görüşü takip edelim. Bu seviyede karşımıza iki sınıf çıkıyor: Alimler, müfessirler ve fakihlerden oluşan seçkin sınıfın dini ile halkın dini.
Seçkinlerin ve halkın dininin hatasız olduğunu söylüyor muyuz? Fakihlerin ve halkın hatalı olduğunu? Yoksa fakihleri bu konuda tenzih edip bütün hatanın sadece halkta mı olduğunu söylüyoruz?
Bu akıl yürütmelerin nihayetinde meselelerin açığa çıktığını düşünüyorum. Yakın zamanda tartışmaya devam edeceğiz inşallah.