Vahdettin İnce
Yazar
TT

İstanbul Sözleşmesi’ne dair

Çok önceleri okuduğum bir kitaptan aklımda şöyle bir cümle kalmış: “Türk siyasetinin temel ilkesi Batının istediği bir şeyi baştan reddetmemek ama tamamen kabul etmeyi de mümkün olan en uzun zamana yaymak”
...Şahsen bugüne kadar Cumhuriyet tarihinde özellikle siyasal anlamda yaşanan yapısal değişiklikleri gözlemlediğimde adını şimdi hatırlayamadığım yazarın bu değerlendirmesine hak veriyorum.
O yüzden İstanbul Sözleşmesi’ne karşı yükselen itirazları dinlediğimde bunu batıyı bir bütün olarak temsil eden bir kurum veya kurumlar istiyorsa bu itirazlar boşunadır diye düşündüm.
Tabi bu, batının tamamen bize egemen olduğu ve her istediğini zorla da olsa bize kabul ettirdiği, bizim klasik anlamda batının sömürgesi olduğumuz anlamına gelmez.
Bu daha çok bizi yönetenlerin ekseriyetinin batıya yükledikleri anlamdan kaynaklanan bir tercihtir. Batı çağdaş medeniyetin adıdır.
O yüzden ülkenin kurucu kadroları “medeniyeti hazıra bir seyli hurişandır” (Şimdiki medeniyet önüne çıkanı silip süpüren coşkun bir seldir) demişlerdir. Akıntıya kapılmamaya dikkat edeceksin, artık kaçmanın imkanı kalmadıysa da akışa uyacaksın yani.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yoğun olarak, sonraki yıllarda da belli periyotlarla gözlemlediğimiz yapısal değişiklikleri bu gözle okumak gerekir.
Ancak bu ilişki tarzını erbabı bilir de sıradan vatandaş pek bilmez. Sıradan vatandaşın bilmemesi doğaldır. Ancak muhafazakar diye isimlendirilen ve ekseriyeti batı karşıtlığı ile temayüz etmiş aydınlar da bu gerçeğin pek farkında değildirler.
O yüzden şimdiki İstanbul Sözleşmesi etrafında yaşanan tartışmalarda olduğu gibi yoğun bir itiraz sürecine girmişler. İşte bu itirazları susturmak, dindirmek için de yine erbabınca çok ustaca bir formül bulunmuş.
İtiraz etmesi muhtemel kesimlerin değişikliğin özüne, can alıcı noktasına odaklanmasını önlemek için onların dikkatini çekecek ama aslında konunun özüyle ilgisi olmayan bir hususu mesela sözleşmeyse sözleşmeye, yasaysa yasaya yerleştirmek ve itirazları bu yanıltıcı noktaya yöneltip sonunda bu itirazı dikkate almış olarak istenen değişikliği yapmak suretiyle asıl konuyu benimsetmek.
Muhafazakar kesimler itirazlarının sonuç almış olmasının zaferini kutlarken zihniyet ve felsefe olarak kurumsal batının istediği değişiklik de gerçekleşmiş oluyor bu arada.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan bir olay vardır ki bu ilişkinin bir prototipidir. Bir an önce çağdaş medeniyetin seviyesine çıkmak için gerekli düzenlemelerin alelacele yapıldığı yıllar.
Medeni kanunun İsviçre’den, ticaret kanununun Almanya’dan, ceza kanununun İtalya’dan birebir tercüme edilerek uygulamaya konulduğu günlerde galiba askeri mevzuata ilişkin bir metin tahmin edeceğiniz gibi İtalyancadan birebir tercüme edilir ve uygulanmaya konmak üzere ilgili komisyona gönderilir.
Muhafazakar bir üyenin dikkatini metindeki bir madde çeker. “Her kışlaya bir kilise yapılmalı” diyor madde. Öfkeyle itiraz eder ve bu madde “Her kışlaya bir cami yapılmalı” şeklinde değiştirilir.
Camiyi kurtarmanın sevincini yaşayan muhafazakar üyenin olumlu veya olumsuz diğer maddelere dikkat etmeyeceğini tahmin edebilirsiniz. Bu olaydan mı ilham aldılar, bilinmez, o günden sonra bu tür durumlarda muhafazakar kesimleri susturmanın, razı etmenin bir yolunu mutlaka buldular.
30 Ocak 1932 tarihinde Türkçe ezan diye bir uygulama başlatıldı. Hangi açıdan bakarsanız bakın böyle bir uygulamanın hiçbir anlamı yoktu aslında. Sosyolojik, tarihsel, askeri, siyasi olarak böyle bir kararı almanın ülke açısından ifade edeceği bir anlamı da olamazdı.
Ama bu karar yukarıda belirttiğim gibi muhafazakar kesimlerin dikkatini, itirazlarını bir noktaya yoğunlaştırma amacına yönelikti. On sekiz yıl boyunca, evlerde, sokaklarda, kahvehanelerde, tarlada, pazarda ezan konuşuldu.
Ezan aşağı ezan yukarı. Ama bu arada laiklik gibi Müslüman bir toplum açısından hayati bir etkisi olan, son derece radikal bir madde anayasaya girdi ve buna en yüksek itirazı yapacak kesimlerin aklı, zihni, dili ezanla meşgul olduğu için kimseden ses çıkmadı.
Hatta bu madde iyice benimsendikten sonra da ezan aslına çevrildi, hem de ezanı yasaklayanların yoğun desteğiyle. Ezan değişikliği asıl yapısal değişikliklerin gözden kaçırılması için ilgili kesimlere sunulmuş bir yemdi.
Altmışlı yıllardan sonra deyim yerindeyse batının kafasının çalışma biçimini çözen ve yerel yöneticilerin onlar karşısında takındıkları tavırları doğru tahlil eden Müslüman alimlerin öncülüğünde muhafazakarlıktan farklı bir İslami çizgi gelişti.
Bütün İslam alemi ile birlikte Türkiye’de de bu çizgi etkili olmaya başladı. İslami çizginin temel özelliği dikkatini asıl mevzuya yöneltmiş olması ve muhafazakarlar gibi kendilerini de tuzağa düşürmek için sunulan yemleri dikkate almamasıydı.
Ancak İslami çizginin veya İslamcıların kurumsal akılla hareket eden sistemin istediği kıvama gelmesi maalesef fazla sürmedi. 12 Eylül’den sonra özellikle 28 Şubat sürecinde yürürlüğe giren başörtüsü yasağı İslamcıların muhafazakarlaşmasını ve asıl meseleyi ıskalayarak dikkatini başörtüsü yasağına yöneltmesini sağladı.
Bütün dava, bütün mesele başörtüsü olunca da sistem her zamanki adımını attı, başörtüsü serbest oldu ve doğal olarak dava da, mesele de kalmamış oldu. Bugün baktığımızda dünün sisteme itiraz eden İslamcıların sistemi savunan muhafazakarlar haline geldiklerini görüyoruz.
Kuvvetle muhtemeldir ki İstanbul Sözleşmesi’nde bazı marjinal gruplara ilişkin maddeler çıkarıldıktan veya değiştirildikten sonra sözleşme olduğu gibi yoluna devam edecektir. Muhafazakarlar zafer dinginliğini yaşarken sistem de biraz daha muhkemleşecektir.
Baki kalan bu sistemde elimizde bir boş kubbe kaldı.