Gassan Şerbil
Şarku'l Avsat Genel Yayın Yönetmeni
TT

Devletsiz yaşama çilesi

Sahnenin sertliği kendini açıklıyor. Irak’ın güneyindeki Nasıriye kentinden gençler, orman kanunlarına dayalı yönetimlerini kökleştirmek için Irak devletinden geride kalanları da süpürdüklerine inandıkları partilerin binalarını buldozerle yıkmaktan başka bir protesto yöntemi bulamadılar. Protestocuların, aktivistleri öldürmek veya kaçırıp ortadan kaldırmakla suçladıkları taraflara yönelik bu öfkeleri anlaşılırdır. Zira gerçek şu ki, Bağdat ve diğer şehirlerde protestoların düzenlendiği meydanlarda düzenlenen sistematik öldürme eylemleri tahammül sınırlarını aşıyordu. Faillerin cezadan kurtulacaklarına dair kesin inançlarıyla yüksek derecede bir tiranlık ve vahşet içeriyordu. En basit haklar bile ihlal ediliyor.
Irak’ın durumunu daha da zorlaştıran, Irak devleti, kurumları ve yasalarına inanmayan bazı güçlerin devlete sızmayı, maaşlarından ve sunduğu kolaylıklardan yararlanmayı başarmasıdır. Binaları hedef alınan partiler İran’ın müttefiki olduğu için, şu anda yürütülen Irak devletinin varlığını yeniden tesis etme savaşı hem iç hem de dış karaktere sahiptir. Göstericiler, Irak devletinin karar mekanizmasını Iraklı silahlı grupların, bu gruplara koruma şemsiyesi sağlayan İran rolünün elinden geri almak istiyorlar. Irak’tan gelen sahneler nasıl ki devletsiz yaşamanın çilesini ve baskısını ifade ediyorsa aynı çile ve baskı aralarında bazı ihtilaflar olsa da Lübnan’dan gelen görüntülerde de ortaya çıkıyor. Daha önce de televizyon kanalları aracılığıyla birçok Lübnanlı gencin tanıklıklarını dinlemiştim. Birçoklarının inadı, kontrol ve çıkarlarının sürekliliğini garanti altına almak için hile, aldatma ve ihanette gösterdiği ustalığa rağmen yozlaşmış siyasi sınıfı devirme ve değişim hayallerine sıkı sıkı bağlılıkları dikkatimi çekmişti. Ancak bu kez televizyonlar, başka tür bir tanıklık naklediyorlardı. Hayallerinin yaşadığı peş peşe başarısızlık nedeniyle umutsuzluğun kalplerine sızdığı gençler görülüyordu ekranda.
Beyrut limanı patlamasının oluşturduğu büyük katliam, içeriden ve dışarıdan ihlal edilen bir ülkede yaşama arzularını kırmıştı. Bu yüzden, anavatandan vazgeçmek için önlerine çıkacak ilk fırsatı değerlendirip göç etmek istediklerini söylüyorlardı. Bunlar, artık anavatanlarında yaşayarak hayallerini ve ömürlerini boşa harcadıklarını düşünen gençlerin bariz ve net tanıklıklarıydı. Yozlaşmış sistem, gençlerin atalarının toprakları ile ilişkilerini bozdu. Gençler, bu topraklardan nasıl olursa olsun kaçmayı bir kazanç olarak görmeye başladılar. Bu topraklarda yaşayarak, beklentilerini, özlemlerini ve insanlıklarını öldürdüklerini düşünür oldular. Bu gençler, öfkelerini barışçıl yollarla ifade etmeye çalıştıklarında, hakim güçlerin üzerlerine saçma ve plastik mermi yağdırmak için kendilerini çatışmaya çektiklerinden, göz altına alınmaktan ve göz altında iken kimi zaman (birçok ülkede yasak olan) uygulamalara maruz kaldıklarından şikayet ediyorlardı.
Genç nesillerin on yıllar önce girişilmesi ve kazanılması gereken devleti tesis etme savaşını şimdi kendilerinin yürütmeleri gerektiğini keşfetmeleri gerçekten trajiktir. Daha da kötüsü, söz konusu savaşı, iç ve dış pençeler arasında son derece zor koşullar altında yürütmek zorunda olmalarıdır. Zira sınırları aşılan ve ihlal edilen ülkeler içinde hiçbir kural yok. Bölgedeki saldırgan güçlerin davranışlarını kontrol eden hiçbir kural yok. Bazı ülkeler de iç bölünmelerini büyüten ve adalara ayrılma savaşını körükleyen çok sayıda bayrağın kontrolü altında olacak kadar şansız.
Zor bir yerde doğmak, gençliğinin ilk yıllarında olmak, senden hem kendi geleceğin hem de ülkenin geleceğini inşa etmenin istendiğini varsaymak, değişimi gerçekleştirebileceğine, maceranın yüksek olsa da bedelini hak ettiğine inanmak ne kadar zordur.
Erken bir yaşta, yabancı iradeler tarafından sınırları delinen, içinde kendilerine güvenli limanlar buldukları çalıntı bir haritada doğduğunu, bu haritanın çocuklarından bazılarının şu veya bu yabancı ziyaretçinin cazibesine kapıldığını, savaşlarında bir askere ya da oyunlarında bir oyuncuğa dönüştüğünü keşfetmek ne kadar zordur.
Şiddetin tek etkili iletişim dili olduğunu, ilerlemeyi boşa harcama yeteneğinin tüm yeteneklerin önüne geçtiğini, toprak ve sakinlerinin, politikaları ve sonuçları ne olursa olsun en ağır baskıya uyum sağladıklarını keşfetmek ne kadar sert ve çarpıcıdır. Ülke, dışarıdan, açgözlü küresel güçler ya da doymak bilmez bölgesel güçler eliyle soyulurken içeriden, üstün olma, tiranlık, tek karar alıcı, kazanım ve servetlerin tek sahibi olma savunucuları tarafından yağmalanıyor.
Ülkelerin dış güçler tarafından soyulması ve iradesinin işgal altında olması ne acıdır. Bununla birlikte, özgürlük, egemenlik ve bağımsızlığa bağlı bir kolektif irade oluşursa, bu adaletsizlik muhtemelen ortadan kalkacaktır. Deneyimler, ülkelerin dış güçler tarafından öldürülmesinin imkansız olduğunu söyler. Yabancının bu konuda hiçbir fırsatı yoktur. Asıl ölüm içeriden gelir. Ulusal denge ve iç cephenin çözülmesi, ötekinden onu ortadan kaldıracak silahlı programlara katılma derecesine varacak kadar nefret etmek, her farklılığı yok etmeye ve tek renkli olmaya yönelik gizli istekle gelir.
Dış müttefiki, komşu mahallede ikamet eden farklı vatandaştan kendisine daha yakın gören güçler, ülke içinde kökleştiğinde çile daha da şiddetlenir. İçeride esneklikler göstermek ve kabul edilebilir uzlaşılara ulaşmaktan kaçınırken bir dış gücün korumasını elde etmek için daha büyük tavizler vermek bu güçlerin adetindendir. Başlangıçta bu iç güçler, bir dış müttefik bulduklarında sanki bir kurtarıcı bulmuş gibi sevinirler. Fakat çok geçmeden, kaybettikleri ilk şeyin kendi kararlarını alma yetkisi olduğunu, kendilerinden daha büyük, belirlemelerinin veya geçerliliğini ve nasıl uygulayacağını sorgulamalarının yasak olduğu daha büyük bir politikanın aracına dönüştüklerini keşfederler.
Basra, Nasıriye ya da Beyrut’tan gelen görüntüleri takip ederken insan bunları düşünüyor. Kelimenin tam anlamıyla bir devletin yokluğu, boş yere kan akmasına ve ülkenin zenginliklerinin yağmalanmasına neden oluyor. Bölünme fırsatlarını artırıyor. Bu nedenle Irak’ın, ABD güçlerinin yeniden konuşlanmasından daha fazlasına ihtiyacı varmış gibi görünüyor. Başbakan Mustafa Kazimi de bunu biliyor. Bu yüzden, Washington’dan döndüğünde Basra’yı ziyaret ederek aktivistleri öldürmenin devleti geri alma hayalinin ölümüne yol açmayacağını vurguladı.
Irak'ın geleceği, aktivistlere suikast düzenleyerek ve dökülen kanları hiçe sayan aldatıcı kampanyalarla inşa edilemez. Bir dış gücün nüfuzunun artması için, başka bir dış gücün ülkeden çıkarılmaya çalışılması ve bu amaçla kendisine roket saldırıları düzenleyerek de inşa edilemeyeceği kesindir. Keza bir ülkenin geleceği de, anayasaya saygısızlık, her türden taassubun teyakkuza geçtiği bir ortamda seçimler düzenlemekle tesis edilemez. Devlet ve kurumlarından geçmeyen bir yol geleceğe ulaştıramaz. Aynı şeyi Lübnan için de söyleyebiliriz. Başkentin yarısını kasıp kavuran, benzeri görülmemiş bir göç dalgasıyla tehdit eden son katliama rağmen, bazı politikacı ve yetkililerin devletsizlik sözlüğünü terk etmeye ikna olmaması gerçekten utanç vericidir. Lübnanlı vatandaşlar yoksullaştırılıyor ve açlığa itiliyor. Aşağılanıp göçe zorlanıyor. Buna rağmen, hala hükümet içindeki payını düşünen, felaketten ders alıp hukuk devleti mantığı doğrultusunda yelken açmak yerine müzmin nefretleri sürdürmeyi düşünenler var.
Bu, Irak, Lübnan veya iç ve dış açgözlü taraflar arasındaki ölümcül bağlantı ipine asılı, gasp edilmiş her yerde, gerçek bir devletin yokluğunda yaşamanın çilesi ve sıkıntısıdır.