İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Macron, İran’ın Lübnan’daki rolünü perdeleyecek mi?

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un birkaç hafta içerisindeki ikinci Lübnan ziyareti için hazırlıkları süredursun tahminler ve sızıntı haberler havada uçuşuyor.
Ancak birçok kişi, Lübnan’ın bir bütünün parçası olduğunu unutmuş durumda.
4 Ağustos’ta Beyrut Limanı’nda yaşananların gerçek bir felaket olduğu doğru.
Ancak hırsların artması, hesaplamaların kesişmesi ve bölgede ittifakların oluşması arasında artık keskin sınırların olmadığı da doğru.
Macron, Doğu Akdeniz’de aydınlatıcı Fransız rolünün ‘romantizmi’ tarafından gıdıklansa da, birkaç büyük oyuncu arasında sadece bir oyuncu olarak kalan bir ülkenin başıdır.
Eğer ABD kendi iç siyasetinin endişeleriyle meşgul oluyorsa ve Çin- Rusya öncelikleri, Fransa’nın refah girişimleri ortaya koymasına izin veriyorsa bu, Paris’in, çevresini bırakın, Lübnan’da özgür bir eli olduğu anlamına gelmez.
Meselenin bu yönü hakkında daha fazla ayrıntı için, ikinci Macron ziyaretinin, önceki gibi dinlemekle tatmin olmayacak bir ABD’li yetkilinin ziyaretiyle neredeyse çakıştığını belirtmek yeterlidir.
Öte yandan büyük güçlerin yaklaşımlarını, üç hırslı bölgesel güç olan İsrail, İran ve Türkiye’nin tavırlarından izole etmek artık mümkün değil.
Yakın Doğu’nun en küçük, en çoğulcu ve en karmaşık ülkesi olan Lübnan’da üç gücün çıkarları kesişiyor.
Paris ve Washington, bu kesişme noktasının hassasiyetinin farkında.
İsrail, sayısı ve rolü dün azaltılmış uluslararası bir güç tarafından takip edilen ‘Mavi Hat’ boyunca hazır bekliyor.
İsrail’in saldırganlığı bahanesiyle Şii Hizbullah milisleri, Lübnan’ın diğer mezhep unsurları olmadan, yalnızca ağır silahlarını elinde tutuyor.
Bu silah sayesinde bu İran milisleri, mezhepçi ortam üzerindeki hakimiyetini sıkılaştırdı, siyasi kültürünü ve ekonomik koşullarını değiştirdi ve böylece Lübnan’ın siyasi sistemine etkin bir hegemonya dayattı.
‘Senaryonun’ bölümleri, bu noktada tamamlanmadı.
Öyle ki sürünen yolu ve kanlı konumları, diğer mezhep bileşenlerinin tepkilerini kışkırtacaktı.
Başlangıçlar, 2005 yılında, o dönemde Suriye - Lübnan güvenlik organının gerçekleştirmekle suçlandığı Başbakan Refik Hariri’nin suikasta kurban gitmesiyle oldu.
Bir kez daha, bu boyutta bir suç için ve meydana geldiği siyasi koşullarda, özellikle de Hizbullah’ın Suriye rejimini açıkça destekleyen pozisyonu ışığında, aşağılama ve dışlanma ile hedef alınan bir Sünni kamuoyunda tepkinin uyanması çok doğaldı. Nitekim Hizbullah unsurları arasında suça dahil olduğuyla şüphelenilenler de vardı.
Daha sonra bu eğilim, 2006- 2008 arasında Hizbullah muhalefeti açısından, Hariri suikastı ve tabi ki Hizbullah’ın Beyrut’ta ve Cebel-i Lübnan’da Mayıs 2008’de başlattığı silahlı ‘işgal’ ile ilgilenmesi için, uluslararası bir mahkeme kurulmasında ısrar eden başbakanlık karargahının kuşatılmasıyla doğrulandı.
2011 yılında Suriye sokakları Dera şehrinden ayağa kalktı. Bu devrim, marjinalleştirilmiş ve hayal kırıklığına uğramış Lübnanlılar için bir çıkış noktasıydı. Başta büyük şehirlerdeki Sünni sokakları, Lübnan’ın kuzeyindeki Akkar ve Dınniye kırsalında ve kuzeydoğudaki Arsal kasabası ve çevresi olmak üzere birçok bölgede geniş halk desteği kazandı.
Dolayısıyla Şam rejiminin uyguladığı kanlı baskı, Lübnan’ın bu bölgelerindeki kargaşanın artmasına neden oldu ve bir dizi genç, devrimin yanında savaşmak için gönüllü oldu. Radikal siyasi söylem, başta Sayda ve Trablusşam olmak üzere şehir ve kasabalardaki birçok caminin minberlerinden yükseldi.
Bu atmosferde güçle sömürülmüş ve hala sömürülen iki fenomen doğdu. Bunlardan biri, Sayda’da Hizbullah ve Şam’a karşı söylemini tırmandıran ve Lübnan devletinin Hizbullah’ın Suriye’deki mücadelesine ilişkin sessizliğini değerlendiren Şeyh Ahmed Ahmed el-Assir (şu anda tutuklu) olgusu.
Diğer taraftan da özellikle de Lübnan’ın kuzeyinde, Sünni tepkisini DEAŞçılık diye yansıtma ve Trablusşam şehrine ‘Kandehar’ lakabını verme olgusu.
Aslında ne Assir ve grubu, ne de Suriye’ye savaşmaya giden gençler, Hizbullah’ın yaptıklarından başka bir şey yapmadı. Assir, tıpkı Hizbullah liderliği gibi siyasette konuşan ve fetva veren bir din adamıydı.
Coşkulu Lübnanlı Sünni gençler, Hizbullah gençleri gibi Suriye’ye savaşmaya gitti.
İki durum arasındaki tek fark ise mezhebi noktaydı. Öyle ki Hizbullah, sadece ‘meşru hükümetin’ bir parçası olmayıp, vatanseverlik belgeleri ve ihanet suçlamaları dağıtma hakkına sahip olduğunu düşünüyor. Aynı şekilde tek başına İsrail’e düşman ve Kudüs’ü özgürleştirebilecek olan bir ‘direniş’ olduğunu iddia ediyor. Muhalifler ise onlara göre ya teröristti, ya DEAŞ ya da İsrail ajanlarıydı.
Bu durum bugüne kadar devam etti. Rusya ve İran ile Astana Anlaşması’nın ardından Suriye’den başlayıp Libya’ya kadar batıya doğru genişleyen Türkiye hükümetinin yapmaya devam ettiği taktik ve stratejik hatalar nedeniyle daha fazla kabul ve onay elde etti. Fransızların Türkiye konusundaki tavrının, ne ilk ‘Osmanlıcılık’ sırasında ne de ikinci ‘Osmanlıcılık’ günlerinde ne de aralarındaki Kemalist Laiklik döneminde dostane olmadığı bir sır değil.
1920’de Lübnan ve Suriye üzerindeki mandası bölgedeki Osmanlı yönetimini miras alan Fransa, Türkiye’yi bölgedeki ilk düşmanı olarak görüyor. Bu tarihi saplantının, karşılığında, bedelini Lübnanlıların ve Suriyelilerin ödeyeceği İran ile acı bir anlaşma yapılması korkusu mevcut. Elbette Suriye’de Paris’in ABD ve Rusya güçlerinin varlığını etkileme şansı çok az, ancak Lübnan’daki yanlış hesaplamalar da ölümcül olabilir.
Cumhurbaşkanı Macron’un Lübnan halkına, ülkelerinin sınırlarının çizilmesinin 100’üncü yıldönümünün ertesi günü ‘ne galip ne de mağlup’ fikrine yakın bir formül sunacağı söyleniyor. Bununla birlikte iki nokta gündemde; İlk olarak İran’ın herhangi bir tavizinin, ABD seçimleriyle bağlantılı olacağı ve bunun ardından Tahran’ın Demokratların iktidara döneceği umudu… İkinci olarak da Lübnan’daki demografik ve ekonomik gerçeklerin, özellikle de Beyrut felaketi sonrasında bir hükümetin kurulmasından ve başkanının kimliğinin belirlenmesinden çok daha büyük hale gelmesi…
Hizbullah’ın silahlarının hayatta kalması ve yönetiminin “DEAŞ’çılık” suçlamalarına geri dönmesi, sorunu daha da genişletiyor. Maruni Patriği Beşara er-Rai’nin sunduğu ‘Lübnan tarafsızlığı’ sloganı, geç de olsa, Lübnan’a yaşam için bir şans daha veren alternatif bir formül oluşturmanın ilk adımı olabilir.
Gerçekte bölge için yeni haritalar hazırlanıyor ve Lübnanlılar, bunun, hayatta kalmalarının enkazı üzerine çizilmeyeceğini umuyor.