Mustafa Fahs
TT

Lübnan… İkinci yüzyıla sancılı bir doğum

Büyük Lübnan ikinci yüzyılına girerken Fransa annelik görevini üstleniyor. Bazı Lübnanlıların deyimiyle iç savaş ve Lübnan’ın yok olma ihtimalini bertaraf eden şefkatli annedir Fransa. Ancak bu anne, Lübnanlıları iç savaşla tahdit edenlerle uzlaştı, silahlı şiddet varken onlarla istikrar anlaşması yaptı. Paris onlarla karşılıklı çıkar ilişkileriyle uzlaşıyor ve bunu Lübnan hesabına yaptığını söylüyor. Oysa bunu Lübnan’ın istekleri ve ihtiyaçlarına rağmen yapıyor.
Bir soru; neler olup bittiğini bu kadar hızlı anlamak Fransa’nın ferasetinden mi yoksa karar mercilerinde konumlanan bir takım yeni oryantalistlerin izlenimleri sayesinde mi oluyor? Bu felaket onlar için bir fırsattı ve onlarda bu fırsatı değerlendirmek için hiç zaman kaybetmediler.
Lübnan meselesini kendi kafalarındaki okuma biçimiyle, tüm azınlıkları Doğu anlayışına uyum sağlayacak şekilde ve bölgede kendi çıkar ve menfaatlerini de kollayarak bir çırpıda biçimlendirdiler.
Fransa’nın Lübnan’daki bu yanlış değerlendirmesinin Rusya’nın Suriye’deki yanlış değerlendirmesinden pek bir fark yok. Rusya, Suriye’deki çıkarlarını kollamak ve Suriye devletini korumak uğruna çoğunluğun değişim taleplerine karşı çıktı. Türkiye’nin çıkarlarına karşı koyabilmek için İran’la işbirliği yaptı. Paris de bugün aynını Lübnan’da yapıyor; Libya Trablus’undan Lübnan Trablus’una kadar Türkiye’ye karşı gerilim yaşarken, 17 Ekim’de sokağa çıkan Lübnanlıları İran şartlarına uyum sağlayacak bir çözüme zorluyor.
İkinci yüzyılın bu sabahında Fransa ve ardından İran, Lübnan’ı yeni bir sömürge hükümetine zorluyor. Lübnan, 1943 yılında egemenlik ve istiklal esaslarına göre kurulmuş olan devlete darbe niteliğindeki, 1989 yılında Taif’te imzalanan ve iç savaşı bitiren anlaşmayı yok sayan yeni bir sömürge devletine doğru gidiyor.
Bu hükümet silahlı gurupların egemenliğini pekiştirip Lübnanlılara yeni bir kimlik biçiyor. Lübnanlıların geçmişte büyük bedeller ödediği ve dış bağlantılar yüzünden yıllarca bedel ödemeye zorlandığı o kimliklerden esinlenmiş yeni bir kimlik oluşturuluyor.
Sorumluluklar ve görevler hususunda hem Paris hem de Tahran, Lübnan devletinin kuruluş esas ve ilkelerini yok sayacak baştan aşağı yeni bir düzen ve sistem getirme cüretinde bulunuyorlar. Üstelik 17 Ekim ve 4 Ağustos’ta sokaklardan yükselen sesleri ve sosyal değişimleri hiçe sayıyorlar.
Ancak bir sorunları var, oda İtalyan filozof Antonio Gramsci’nin değimiyle özetlenebilir:
“Geçmiş ölmüş olabilir ama gelecek henüz doğmadı.”
Ancak siyasi elitler her şeye rağmen Ekim ayaklanmasıyla birlikte birinci yüzyılın ölüm ve iflasla tamamlandığını itiraf edemiyorlar.  Liman faciasının yeni yüzyılı ve yeni doğum rüyalarını yerle bir ettiğini de kabul etmemekte ısrarcılar.
Mustafa Edib’i görevlendirerek kurmaya çalıştıkları sömürge hükümeti, Paris’in Lübnanlıları ve isteklerini görmezden geldiğini gösteriyor. Bunun yanı sıra İran, ülke yönetimini Şiilere teslim etmek suretiyle halkın taleplerini yok sayıyor. Bu şekilde İran, ülkenin mezhepsel dengesini de bozarak bölgedeki yayılmacılığını devam ettirmeyi planlıyor. Oysa Lübnan’da  diğer cemaatleri yok  sayıp onları pasifleştirmek,  güçlü ve egemen bir anlayışı  pratikte imkansızlaştırıyor.
1920 ile 1943 seneleri arasında yaşanan deneyim gösteriyor ki hükümetin şekillenmesinde rol alan bileşenler, tek başlarına devlet organlarının egemenliğini tesis edemezler. O dönemde kilise ve Maruni otoriteler taleplerini diğer toplumsal gruplarla anlaşmadan gerçekleştirememişlerdi.
Bu yüzden tarihçiler Başbakan Riyad el-Sulh’u ülkeye bağımsızlığı getiren yegane kişilik olarak takdim ederler. Lübnanlı tarihçi Ahmet Beydun ‘’Riyad el-Sulh Dönemi’’ isimli kitabında dönemin başbakanı için, “O, bugünkü Lübnan’ın gerçek kurucusudur. Zira o bu sıfatı hak eden yegane kişidir. El-Sulh, üç kimlik arasındaki köprüler kurup bunun üzerine kuruluş misakını inşa edebildi” der.
Paris ve Tahran’ın oluşturmaya çalıştığı yeni yönetim biçiminin meşruiyet kazanabilmesi ancak ülkenin farklı bileşenleri arasında işlevsel köprüler kurularak gerçekleştirilebilir. Bir tarafı diğerine karşı zayıflatarak bu mümkün değildir. Mesela Maruniler ve onları temsil eden siyasilerinin 1943’te kabul ettiği ilkeler bu gün Şia ve onun siyasi temsilcileri ne kadar güçlenirlerse güçlensin yok sayamazlar. Eski dört başbakanın yeni sömürge hükümetini kurmakla mükellef sunulan Mustafa Edib’i kabul etmesi, bu hükumete Sünniler adına bir meşruiyet kazandırmaz.  Bu gerçekler Paris ve Tahran’ın işine gelmiyor.
Siyasi Şia, Lübnan intifadasına cevap verecek yegane kişiliği şimdilik uzak tutmayı başarabilse bile, Lübnan’ın bu gününde ve geleceğinde o kişi hazır bekliyor. Nawaf Salam tüm Lübnanlıların tüm bileşenleriyle kabul edeceği yegane kişiliktir. Onu ne kadar uzaklaştırmaya çalışsalar da yeniden doğuş onunla mümkündür. Riyad el-Sulh’un geçmişte Lübnan için işlediği ince  mühendislik becerisini bu gün ancak Nawaf Salam yapabilir.