İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Trump’ın başkanlığı, ABD sağının yürüyüşünde tarihi bir kilometre taşıdır

ABD tarihinde birçok vakanın yanı sıra olağanüstü şahsiyetler, kendilerini önceliklerin yeniden tanımlandığı ve kavramların rafine edildiği istisnai koşullar içinde bulan isimler vardır.
4 Temmuz 1776’da Bağımsızlık Bildirgesi’nin deklare edilmesi ile başlayan bu tarih boyunca birçok büyük şahsiyet geçip gitti. Sözgelimi; Henry Clay, William Jennings Bryan ve Adlai Stevenson gibi. Bu isimlerin başkanlığı kazanma şansları olmazken, John Tyler ya da Warren Harding gibi kendilerinden daha önemsiz, koşulların ürünü ya da rastlantıların ortaya çıkışlarına katkıda bulunduğu isimler başkan olabildiler.
Doğal olarak, analistlerin siyasi eğilimlerinin farklı olması ya da yargıları ve gerekçeleri haklı çıkaran koşulları değerlendirmek zor olduğundan şahsiyetlere ve dönemlere yönelik değerlendirmelerde fikir birliği yoktur. Buna rağmen, bir başkanlık döneminin başarısı ya da başarısızlığına ilişkin standartların başında, herhangi bir başkanın görev süresi boyunca gerçekleşmesine katkıda bulunduğu değişikliklerin uzun vadeli etkisi gelir. Bu noktada, partisel  çıkış noktalarının da kendilerini siyasi kültüre empoze ettikleri ve etkiledikleri zamanlar olduğunu söyleyenler olabilir. Buna örnek olarak, iki Demokrat başkan Woodrow Wilson ve Franklin Roosevelt arasında Cumhuriyetçi Parti’nin, Birinci Dünya Savaşı’nın sonu ile 1933’e kadar (Büyük Buhran zamanında da) peş peşe 3 başkanını (Warren Harding, Calvin Coolidge ve Herbert Hoover) yönetime ulaştırma başarısı gösterilebilir.
Bu dönem, Wilson ve Roosevelt’in dünyaya açılma ilkelerine karşılık bir içe çekilme, bireysel inisiyatifleri teşvik etme ve ideallerden uzaklaşma dönemiydi. Ancak Büyük Buhran, öncelikleri yeniden düzenledi. Ekonomik durgunluğun acı verici etkilerini (1933-1934 ile 1935-1935 arasındaki iki  kısmıyla) “Yeni sözleşme” toparladı. Daha sonra, İkinci Dünya Savaşı, daha fazla sosyal garanti, güvenlik ağları ve tekelleşmeye yönelmeyi kabul etme fikrini pekiştirdi.
Savaştan sonra ABD şu üç atmosferi birlikte yaşadı:
Birincisi; Sovyetler Birliği'nin ortaya çıkışından sonra komünist tehdide karşı artan iç korku ve bunun daha sonra  Doğu Asya'yı etkileyen komünist bir dev olarak Çin'e yönelmesidir. Bu korkudan,  bütün kültürel ve sosyal yansımalarıyla popülist ve sağcı McCarthycilik (adını Cumhuriyetçi senatör Joseph McCarthy’den almıştır) olgusu doğdu.
İkincisi; bu korkunun ABD dışındaki ifadesi olan Soğuk Savaş’tır. Söz konusu savaş, Güneydoğu Asya'da SEATO (Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilatı), Ortadoğu’da Bağdat Paktı, ardından CENTO, Avrupa’da NATO olmak üzere 3 pakt aracılığıyla komünizmi “çevreleme ve kuşatma” politikasını üretti.
Üçüncüsü; yukarıda zikredilenlerin bir uzantısı olarak Washington’un, Kore Savaşı’ndan sonra, daha önce harabeye çevirdiği Japonya’yı yeniden bir ekonomi ve endüstri devine dönüştürmek zorunda kalmasıdır. Bunu yapmaktaki amacı, Çin’in yükselişini “dengelemek” ve onunla yüzleşmekti.
McCarthyciliğin başlıca tezahürlerinden sayılan aşırı sağ, ABD içinde komünizme sempati duymakla suçlanan birçok liberal ve entelektüelin “şeytanlaştırılmalarına” katkıda bulundu. Bunların önemli bir oranı, Yahudiler ile siyahlar dahil diğer azınlıklardandı. Bununla birlikte, diğer yandan aşırı sağ, "sivil haklar hareketi" içinde kristalleşen geniş bir "çıkar temelli" taban da inşa etti. Daha sonra, bu hareket, ABD’nin güney eyaletlerindeki partisel kimlik yapısının kimliğini değiştirmeye de katkıda bulundu.
Bu noktada, şu anda güney eyaletlerinde Demokrat Parti’nin daha güçlü olduğuna işaret etmeliyiz. Fakat güneyin Cumhuriyetçi başkan Abraham Lincoln’e boyun eğmesi, Demokratların uzun yıllar bir yarı çöküş yaşamalarına yol açtı. Ellili yıllardan itibaren yaşananlar, Demokratların başkanları John Kennedy ve Lyndon Johnson’un liderliğinde ülke genelinde “Sivil haklar hareketi”ni desteklemeye başlamaları, siyahlar arasındaki hareket bilinci ve siyasi aktivitenin artması, güneyde partilerin durumunun tamamen değişmesine yol açan faktörlerdi. Nitekim birçok eski Demokrat politikacı Cumhuriyetçi Parti’ye geçiş yaptı. Hatta önceki seçimlerde oylarıyla son 4 başkandan 3’nün (Lyndon Johnson, Jimmy Carter ve Bill Clinton) Demokratlar Partili olmasını sağlayan güney eyaletlerinin hepsi Cumhuriyetçi Parti’nin kalelerine dönüştüler.
Bu gidişat sonraki yıllarda güçlendi ve Cumhuriyetçi Parti, muhafazakar sağın kalesi olurken Demokrat Parti, liberalizmin hatta sosyalist yönelimlere sahip solun merkezine dönüştü. Bu süreç,  Barack Obama'nın ilk siyah ABD başkanı olarak seçilmesi, ardından bir dönem başkan olmasıyla doruğa ulaştı. Ancak bu arada, sahada yeni bir popüler korkunun işaretleri görülmeye başladı. Söz konusu önemli bir kısmı, Obama'nın zaferinin anlamı, iç ve dış politikalarından kaynaklanıyordu. ABD’lilerin mal ve hizmetlerin serbest dolaşımına olan aşırı güvenini sarsan küreselleşme "dalgası" güçlendi. Onunla birlikte geleneksel işleri ortadan kaldıran yeni teknoloji "canavarı" ortaya çıktı. Öte yandan, 20 yıl içinde beyaz Hristiyan Avrupalı ​​nüfusun çoğunluğu kaybedip, Hispanik, siyah ve Asyalı azınlıkların nüfusun çoğunluğu ele geçireceğini öngören demografik değişimin “hayaleti” de ufukta göründü. Hispanik ve Asya kökenliler ile siyahlar zaten halihazırda ülkenin en büyük üç eyaleti olan Kaliforniya, Texas ve Florida'da nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlar.
Çok geçmeden Avrupalı ​​Hristiyan beyaz ABD vatandaşları, özellikle de eğitim ve öğretimi sınırlı olanlar arasındaki bu yeni korkunun felsefi açıklamasını ve politik pazarlamasını yapacak yeni biri ortaya çıktı. Donald Trump adında bir iş adamı politik platformlarda kendisini açıkça dillendirmeye başladı.
Önümüzdeki kasım seçimleri, bu korkunun yarattığı ve ona kendisini politik ve apolitik olarak ifade etme fırsatları sunulan bu tabanın sağlamlığına yönelik bir testtir. Bu, Trump'ın ürettiği değil onun Trump’ı ürettiği ideolojik-çıkarcı tabandır. Bir zamanlar “şer imparatorluğu” ile mücadelenin Ronald Regan’ı ve “neomuhafazakar” ekolün oğul George Bush’u üretmesi gibi.
ABD vatandaşları arasında çok az kişinin Trump’ın kazanmasını beklediği 2016 seçimlerinden önce Trump, “Beşinci Cadde'de (New York) durup birisini vurabilirim ama bu bana bir oy bile kaybettirmez” şeklindeki o ünlü cümlesini söylemişti. Bu cümle, kavramlarını ve idealler sistemini bildiği ve bu nedenle onlara nasıl hitap edeceğini ve motive edeceğini çok iyi bildiği seçmenlerinin yapısının mükemmel bir özetidir.
Bu nedenle Cumhuriyetçi Parti içinde Trump'a yönelik iç muhalefet fiilen çöktü. Şiddetli popülizm dalgası ortasında partinin ön seçimlerinde desteklediği adayların çoğunun kazanması da bunu kanıtlıyor. Kovid-19 virüsü ve Trump’ın salgını kötü yönetmesi dahi bu dalganın gücünü sınırlayamadı.
Buna karşılık, geleneksel liberaller ile Bernie Sanders’ın 2016’daki kampanyasının yarattığı ivmeyle ortaya çıkan sol güçler arasında bölünmüş Demokrat Parti’nin önünde, Kasım seçimlerini adayı Joe Biden’ın başarısı için değil Trump'ı devirmek için verilen bir savaş deklare ederek seçmenlerini konsolide etmeye çalışmak dışında bir seçenek yok.