Sam Mensa
TT

Tokalaşma ve tokat arasında Hizbullah ve Heniyye’nin ziyareti

Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye’nin ziyareti, özellikle Lübnan’ın dipsiz bir uçuruma düştüğü bir zamanda gerçekleştiği için gerek zamanlama açısından gerekse prensipte yersiz gibi göründü. Zira ülke, özgürlük ve iyi bir yaşam arayan yasadışı mültecileri taşıyan ölüm botlarının en yakın kıyılara yelken açtığı ülkeler kulübüne girdi.
Heniyye'nin ziyareti, bölgesel durum ve uluslararası boyutlarıyla bağlantılı Lübnanlı ve Filistinli çağrışımlar taşıyordu.
Lübnanlı çağrışımlarının en başında, iktidarın ve arkasında duranların bu ziyaret karşısındaki pozisyonu yer alıyor. Zira ilk başta kendisine giriş vizesi vermeyi reddeden, ardından Hizbullah’ın lider kadrosundan bir şahsiyetin ve Lübnan Devlet Güvenlik Müdürü’nün müdahalesiyle biraz tereddütten sonra vize vermeyi kabul eden, şeref salonlarında ağırlayan, Temsilciler Meclisi Başkanı ve geçici Başbakan başta olmak üzere resmi yetkililere yaptığı görüşmeleri düzenleyen odur. Çökmüş Lübnan’ın, çoğu Hamas Hareketi’ne karşı çekinceleri olan hatta kendisine yönelik keskin olumsuz pozisyonlara sahip Batılı ülkelerden yardım ve kredi dilediği bir zamanda, yönetimin bu acınacak haldeki performansı şüpheli, anlaşılmaz ve sebepsizdir. Dolayısıyla, Heniyye’ye yapılan bu kasıtlı karşılama, ancak Hizbullah’ın tüm Lübnan devlet kurumları ve aygıtlarına uyguladığı baskı ve bununla ulaşmaya çalıştığı hedefler ışığında incelendiğinde anlaşılabilir. Bunun dışında kendisini haklı göstermek zordur. Hizbullah’ın söz konusu hedefleri; Lübnan halkının büyük bir çoğunluğu ve iç savaşla bağlantılı bütün grupların acı hatıralarını, Filistinli grupların 1975 ile İsrail’in Beyrut’u işgal etmesinden sonra Lübnan’dan ayrıldıkları 1982 yılına kadar iç savaştaki rollerini hatırlatmak şeklinde özetlenebilir.
Ziyaretin zamanlaması masum değildi. Zira Hizbullah şu anda birden fazla ülkede terör örgütü tasnif edilmesi, kendisine yönelik bir dizi ABD yaptırımı, hem içeride hem de İran ve emelleri uğruna iç ihtilaflarına karıştığı ülkelerin halklarının kendisine yönelik kızgınlıklarının artması nedeniyle kendisini her zamankinden daha fazla kuşatılmış ve izole edilmiş hissediyor. İşte böyle bir zamanda gerçekleşen bu ziyaret sayesinde Hizbullah, aynı anda birkaç hedef birden gerçekleştirdi.
Bu ziyaret sırasında yaşanan birkaç hadise, yukarıda bahsettiğimiz gibi Hizbullah’ın hedeflerini gerçekleştirmesine yardımcı oldu. Birincisi, Ayn el-Helva Mülteci Kampı’nda Heniyye için yapılan silahlı karşılamadır. Bu karşılama şüphesiz, Hristiyanlara bir mesajdı ve onları Filistin tehdidinin veya tehlikesinin geri dönme olasılığının yanı sıra Lübnan’da DEAŞ hücrelerinin klonlanması tehlikesi bulunduğu ile de korkutuyor ve onlara şunu söylüyordu: Sadece Hizbullah ve silahı sizi bu tehlikelerden koruyabilir. Hizbullah, hatalı ya da haklı olarak, mülteci kamplarının içindeki bu cephaneyi gördüklerinde Hristiyanların kendisine sığınacaklarına inanıyor. Özellikle de 17 Ekim Devrimi, “Güçlü dönemde” görülen zayıflık, yolsuzluk, çelişki ve baskı, son olarak da Beyrut Limanı patlamasından sonra çözülüp parçalandığı için kendisini destekleyen Hristiyan grubun bunu yapacağını düşünüyor.
Hristiyanlar bağlamında devam edecek olursak, bu ziyaretin şarapnellerinden biri, Maruni Patriği Bişara er-Rai’ye de ulaştı. Hizbullah bu ziyaretle kendisine açıkça şunu söylemiş oldu: Tarafsızlık konusunu ve çağrıda bulunduğunuz dinamik tarafsızlığı unutmalısınız ey Patrik Hazretleri.
İkincisi, Sünnilerle ilişkiliydi. Lübnan’da keskin Sünni-Şii rekabeti, birden fazla yerde gezici güvenlik sorunları şeklinde somutlaşarak ileri ve tehlikeli aşamalara ulaşmıştı. Hizbullah bu ziyaretle, Sünniler arasında kendisinden şüphe edenlere, Filistin davasına hala bağlı olduğunun teminatını verdi. Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği bir zamanda kendisinin bu dava için Şiiliği bir kenara bırakarak Hamas ve Müslüman Kardeşler gibi bölgedeki Sünni radikal ve köktenci örgütlerle müttefik olduğunu teyit etti.
Üçüncüsü, Fransa’ya gönderilen mesajlardı. Hizbullah, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “müdahaleci” inisiyatifinden, ülkeyi düzlüğe çıkaracak minyatür ve bağımsız bir kurtarıcı hükümet kurulmasının altını çizmesinden hoşlanmıyor. Bu insiyatife yönelik tutumunu, bir eliyle tokalaşırken diğeriyle tokat atmak biçiminde tanımlayabiliriz. Heniyye’nin Beyrut’ta Tel Aviv’i vurmaya hazır füzelerin varlığına ilişkin sözleri, öyle gelir geçer sözler değildir. Reform meselesini siyasi egemenlik ve Hizbullah’ın silahı meselesinden ayrı tutmaya çalışan Fransızların, Hizbullah’ın konuğunun bu sözlerini, tokalaşmadan sonra gelen tokattan başka bir biçimde yorumlaması zordur. Resmi Lübnan devletinin, kendisi ve AB, Yunanistan ve GKRY’nin (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) kendilerine ait olduğunu düşündükleri alanlarda doğalgaz araştırmaları yaptığı için kendisine yaptırımlar uygulama eşiğinde oldukları Türkiye’nin müttefikini konuk etmesinin Fransa için ne anlama geldiği de unutulmamalıdır.
Ziyaretin Filistin açısından en öne çıkan çağrışımlarına gelecek olursak, görünüşe bakılırsa Filistinli liderler, halklarına yaşattıkları acı deneyimlerden hiçbir şey öğrenmemişler. Bu acı deneyimleri şöyle sıralayabiliriz: 1970’te Ürdün’de yaşanan “Kara Eylül” olayları, Lübnan ve Filistin halkına felaket getiren Lübnan iç savaşı, Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin’e verilen destek ve dayanışma, özellikle Yaser Arafat’ın ofisinde kuşatılması ve şüpheli koşullar altında ölmesine yol açan İkinci İntifada’nın militarilize edilmesi gibi Oslo Anlaşması’ndan sonraki kötü zeki görünme çabaları, Filistinlilerin birbirleriyle çatışan iki gruba bölünmesi, Suriye’deki savaş ve bir bütün olarak Arap Baharı süreciyle ilgili muğlak tutumlardır.
Bu olgunlaşmamış, kötü düşünülmüş, geçmişi bırakıp geleceğe yönelen uzun vadeli net bir vizyondan yoksun pozisyonların sonuncusu, BAE ile İsrail arasındaki barış ve Bahreyn gibi diğer Arap ülkelerinin de aynı yolu takip etme olasılığına karşı gösterilen olumsuz tutumdur. Bilhassa BAE’den önce İsrail ile ilişkileri normalleştiren Mahmud Abbas başkanlığındaki Filistin Ulusal Otoritesi ile Filistin liderliğinin arzu edilen adil bir Arap-İsrail barışına ulaşma yolunda Filistin’in konumunu güçlendirmek için bu gelişmelerden yararlanmaları kendileri için daha iyi olurdu. Gerek Filistinli grupların liderleri gerekse Filistin halkının, bir karış toprağı bile kurtaramayacağını ve karın doyurmayacağını bildikleri eskimiş tutumlar sergilemek yerine bunu yapmış olsalardı kendileri için daha faydalı olurdu.
Filistin tarafındaki çağrışımlardan biri de, BAE-İsrail normalleşme anlaşmasını reddetmek için Beyrut ile Ramallah arasında video konferans yoluyla düzenlenen ve Filistinli grupları bir araya getiren toplantıydı. Bu toplantı gruplar arasındaki birlik ve uyumu göstermeye çalıştı ama bu ikisinin de hayal olduğu görüldü. Çünkü merkezi nokta olan direniş üzerinde dahi bir fikir birliğine varılamadı. Filistinlileri ikiye bölen anlaşmazlığın özü olan geçmiş pozisyonlara bağlı kalındı. Fetih Hareketi ve kendisine yakın grup, yumuşak güçlerle direnmekten bahsederken, karşı çıkma ekseni içerisinde yer alan ve İran ile Suriye’ye yakın gruplar  ise hem yumuşak hem de sert gücün kullanılması gerektiğini söylemeye devam ettiler.
Bunlara ayrıca Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın altındaki zeminin sarsılmasından, Heniyye kasım ayında yapılacak seçimlere Halid Meşal ve Yahya el-Sinvar ile katılmaya hazırlanırken Fetih Hareketi içerisinde aşırı geçmişçiler ile gerçekçiler arasında var olan ihtilaflardan duyduğu korkular da ekleniyor. Bölgesel ve küresel önemi ile Heniyye’nin ziyaretinin nihai sonucu, Sünni aşırılık ile Şii aşırılığın aynı madalyonun iki yüzü olduğunu göstermesidir. İran-Türk ipini ortaya çıkarmış olmasıdır. İkisi arasındaki tek fark belki de Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın taktığı kravattan ibarettir. İran ve Türkiye, İsrail ile savaşmak dahil çeşitli taktikler aracılığıyla ortak düşmanla yani Batı ile savaşmak için bir araya gelmiş bulunuyorlar. Elbette bu, şu anda aralarında anlaşmazlıkların olmadığı ve daha sonra kendi aralarında savaşmaya dönmeyecekleri anlamına gelmiyor.
Şii ve Sünni köktenciliğin oluşturduğu ittifak, popülizm ve aşırılığı kışkırtıp, geçmişe dönmekte direterek bölgedeki gerçekçiliğe ve rasyonaliteye direniyor gibi görünüyor. Oryantal Ortodoksluk ve azınlık ittifakı örtüsü altında militarist bir Hristiyanlığın da bu kervana katılması, Lübnan vb. ülkelerde en büyük korku olmayı sürdürüyor.