Sam Mensa
TT

İran-İsrail sınırlarını çizmek

Görünüşe göre Lübnan ile İsrail arasında deniz sınırlarını çizmek için yapılan müzakereler Lübnan'daki diğer tüm siyasi ve ekonomik gelişmeleri gölgede bıraktı. Hakkındaki tüm itirazlara ve gerekçelere rağmen neredeyse tek sabit ve ortak olay haline geldi. Saad Hariri’nin Fransız girişimi şemsiyesi altında bir hükümet kurma adımının başarısız olması ya da başarısızlığa uğratılması anlamına gelen bağlayıcı meclis istişarelerinin ertelenmesi bir siyasi şok etkisi yaratmadı. Aynı şekilde 17 Ekim Devrimi’nin birinci yıl dönümü de bankacılık, finansal ve ekonomik çöküşün şiddetlenmesine, ilaç, yakıt ve diğer temel yaşam malzemelerini kaybetme korkusuna rağmen yönetici sınıf için bir utanç kaynağı ve siyasi çıkmaza son vermek için bir sebep olmadı. Bu koşullar bir şeye işaret ediyorsa o da ülkedeki apaçık ve kapsamlı siyasi boşluk, sözde muhalif güçlerin kayboluşu ve yaşadıkları büyük bölünmedir. Bu bölünmenin temel göstergeleri arasında Saad Hariri ile Dürzi lider Velid Canbolat arasındaki ilişkilerde kırılma, kendisi ile Lübnan Kuvvetleri Partisi lideri Samir Caca arasındaki neredeyse tam bir ayrılık hali de vardır. Nitekim eski başbakanlar kulübünden gelen farklı açıklamalar bunu açıkça ortaya çıkardı.
Aynı şekilde, bütünü ve kendi arasında birbirinden farklı renkleriyle devrimin bu muhalif siyasi sınıf kabul etmemeye devam etmesi de bölünmenin göstergelerinden biridir. 17 Ekim Devrimi’nden 1 yıl, Beyrut Limanı patlamasından 75 gün, İsrail ile sınırları belirleme müzakerelerin başlamasından birkaç gün sonra Lübnan’daki siyasi sahne kısaca bu şekilde oluştu.
Bütün bu iç çalkantılar ortasında aniden ortaya çıkan sınır müzakereleri üzerindeki uzlaşı dikkat çekicidir. Müzakerelerin birinci oturumu gerçekleştirildi ve ikincisin tarihi 28 Ekim olarak belirlendi. Bu başlangıç, geçen hafta meydana gelen olumlu bölgesel gelişmelerin ortasında meydana geldi. Bunların en önemlileri; Yemen’de en büyük tutuklu değişim anlaşmasının gerçekleşmesi, Irak'ın Başbakan Mustafa el-Kazimi'nin otoritesinin güçlenmesi açısından tanık olduğu ilerleme, Washington ile Tahran arasında tutuklu takasına ilişkin haberler ve Lübnan Kamu Güvenliği Genel Müdürü Binbaşı General Abbas İbrahim’in bu bağlamda Washington’a düzenlediği dikkat çekici ziyarettir. Peki, bölgenin uzun zamandır tanık olmadığı bu olumlu göstergelerin arkasında ne var? Sınır belirleme müzakerelerinin başlangıcının arka planı nedir?
Öyle görünüyor ki sınır müzakerelerinin başlaması, ABD yönetimi için bir hedef taşıyor. O da Ortadoğu'daki çatışma sınırlarının tanımlanması kapsamında Lübnan’daki küresel-bölgesel nüfuzunun sınırlarını belirlemektir.
Lübnan en azından 10 yıldan biraz daha uzun bir süreden bu yana kendisine muhalif bölgesel “karşı çıkma” eksenine yönelmesine rağmen ABD, bu ülkedeki nüfuzunun halen sağlam olduğunu kanıtlamayı başardı. Lübnan-İsrail müzakerelerini teşvik etme sürecinde güçlü bir şekilde yer aldı. Çerçeve anlaşmasına son dokunuşları yapmakta, amaçlarını ve hedeflerini tanımlamakta en etkili taraf oldu. Washington’ın doğrudan himayesi altında gerçekleşen BAE, Bahreyn ve İsrail arasındaki normalleşme ve barış anlaşmalarının imzalanması ile bu müzakerelerin başlama zamanlaması göz ardı edilemez. Washington, İsrail ile Sudan ve Umman gibi diğer Arap ülkeleri arasında da benzer normalleşme anlaşmalarına varılması için yoğun bir çaba harcıyor. Bu anlaşmalar, ABD Başkanı Barack Obama yönetimiyle birlikte oluşan Washington’ın bölgeyi terk ettiği imajını neredeyse geçersiz kılıyor. Bölgedeki olaylara karışma taktiklerinin, askeri müdahalelerden geleneksel diplomasiye dönmesiyle birlikte ABD’nin bölgedeki varlığını sürdürdüğünü onaylıyor. Azami baskı ve düşmanın daha hassas bir şekilde tanımlanması politikalarının benimsendiğini gösteriyor.
ABD ayrıca Lübnan'da başta İran olmak üzere diğer ülkelerin nüfuzunu sınırlamayı da başardı. Çünkü Lübnan ve İsrail arasındaki müzakerelerin sadece başlaması bile Tahran'ın bu aşamada fırtınaya karşı savaşmak yerine boyun eğme eğiliminde olduğu anlamına gelebilir. Hizbullah ile Cumhurbaşkanı Mişel Avn arasında Lübnan heyetinin oluşumu ve sivillerin dahil edilip edilmemesi hakkındaki suni tartışmalar bir yana, Hizbullah’ın bu müzakereleri kabul etmesi çerçeve anlaşmasını deklare ederken temel Şii müttefiki Nebih Berri’nin işgal altındaki Filistin yerine İsrail kelimesini kullanması bile bu ülke-alandaki İran nüfuzunun sınırını belirlemektedir. Bu sınır, İran’ın Lübnan cephesinden İsrail ile çatışmada güçlü bir kozu kaybetmesine yol açabilir. Vekili Hizbullah da direniş sembolizmini kaybedebilir. Aynı şekilde bu, ikisini de sona eren ya da uzun bir süre ertelenen bir savaş için silah yığma argümanlarını gözden geçirmeye itebilir.
ABD ayrıca Lübnan’da Fransız etkisini zayıflatmayı da başardı. Washington, ekonomik açıdan da olsa Fransa’nın Lübnan’da rol oynaması konusunda hevesli değildi. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı, İran ve vekili Hizbullah’ın silahının kontrolü altında olan bu ülkede yeni bir toplumsal sözleşme önerisinde bulunmuşu. Keza bölgedeki kollarını ortadan kaldırarak Tahran’ın bölgesel rolünü sona erdirme çabaları kapsamında Washington, kendisi Hizbullah’ı yaptırımlarla boğarken Paris’in Hizbullah’ın askeri ile siyasi kanatlarını birbirinden ayırmaya devam etmesini hazmedemiyordu. Burada Emel Hareketi’nin ikinci ismi ve eski bakan Ali Hasan Halil ile Hizbullah’a yakın bakanlardan Yusuf Finyanus’a yönelik yaptırımların, Mustafa Edib’in Fransız girişimi çatısı altında bir hükümet kurma çabalarının ortasında hayata geçirildiğini, Şii İkilisinin hükümeti kurma sürecinde katı bir tutum benimsemelerine yol açtığını, bunun sonucunda Edib istifa ederken Fransız girişiminin de askıya alındığını hatırlatmalıyız.
ABD bunun yanı sıra Lübnan ve İsrail arasındaki sınır anlaşmazlığını çözerek bölgeye dönük Rus ve Türk adımlarını engellemeye çalışıyor. Zira bu, İsrail, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan ve Mısır da dahil bazı Doğu Akdeniz ülkeleri ile arasında yeni doğan jeopolitik ittifakı şüphesiz güçlendirecektir.
Tüm bunlar, ABD’nin Ortadoğu'daki çatışmaların sınırlarını belirlemeye yönelik çabası kapsamında gerçekleşiyor. Bunların başında Türkiye ile Suriye’deki Kürtler ve Kürtler ile Suriye rejimi arasındaki sınırları belirlemek, Libya'daki çatışmanın tarafları ile buradaki çatışmaya dahil olan ülkeler, özellikle Mısır ve Türkiye arasındaki sınırları oluşturmak geliyor. Irak’ta sınırları çizmek kapsamında olup bitenler de bu durumdan ayrı değil. Tahran’a sadık Iraklı Şii silahlı grupların Kazimi başkanlığındaki merkezi hükümetin barış, savaş ve hangi devletlerle ittifak kurulacağı kararlarının alımında tek merci olma kararı konusunda kafası karışık görünüyor. Irak'ın Washington ile stratejik ilişkilere sahip olması, ABD’nin bilindik bir despotluktan benzer bir despotluğa geçiş trajedisinden kaçınması için Irak’a gerekli şemsiyeyi sağlaması tercihi nedeniyle ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Bu ABD aktivizmi, rakiplerini ve düşmanlarını zapt etmekte başarılı olabilir veya tam bir başarı elde edemeyebilir. Ne var ki bu durumdan başkanlık seçimlerinde bahsedilmiyor. Ne Başkan Trump yönetimi bunu diplomatik başarılarına dahil ediyor ne de rakip aday Joe Biden bu başarıların önemini gerçekten küçümsüyor.
Bununla birlikte bölgenin trajik manzarasına rağmen meydana gelen olumlu birçok büyük değişiklik var. Kesinlikle adaletli, tarafsız ve Trump tarafından benimsenen yaptırım ve azami baskı politikası olmasaydı bunlardan hiçbirinin olmayacağını kabul etmeliyiz. Lübnan ve Suriye'den Irak ve Yemen'e kadar İran'ın nüfuz ettiği ülkelerde yaşananlar, Tahran’ın buradaki gücünün gerilediğini gösteriyor. Geriye bu düşüşün koşullara bağlı ve taktiksel mi yoksa gerçek bir yok oluş mu olduğunu görmek kaldı. Ortadoğu'daki köklü karmaşıklıklar, siyasetin değişkenlikleri ve ihanetleri göz önüne alındığında kutlama için henüz erken olduğunu söyleyebiliriz.