Amerika Birleşik Devletleri'ndeki başkanlık seçimlerine eşlik eden belirsizlikler, Joe Biden'ın zaferinin kesinleşmesiyle ortadan kalktı. Pek çoğunun beklediğinin aksine, bu zor ve karmaşık aşama, bir kıta büyüklüğünde ve 300 milyon nüfuslu ülkede kayda değer şiddet olayları veya güvenlik sorunları yaşanmadan barışçıl bir şekilde aşıldı. Seçilmiş başkan Joe Biden’ın yönetiminin önde gelecek isimlerini açıklamasıyla geçiş dönemi başladı. Biden’ın yaptığı seçimlerden, bu dönemde yönetiminin özellikle Ortadoğu bölgesine yönelik politikasının bir ilk okuması yapılabilir.
Bu atamaların işaret ettiği belki de en önemli gösterge, Biden döneminin üçüncü Obama dönemi olmayacağıdır.
Nitekim bizzat Biden, içeride ve dışarıda birçok düzeyde haklı korkuları ortadan kaldırmak amacıyla, geçen hafta bir televizyon kanalına verdiği röportajda bunun altını açık ve net bir şekilde altını çizdi. Biden, geniş bir başlık altında politikasının çerçevesini çizdi; üç boyutta yeniden dengelemeye dayalı yenilikçi ve geleneksel olmayan düşünce.
Bu dengelerin birincisi, tek bir ekip, yani idarenin kendi içindeki dengedir. İkincisi, Amerikan toplumunun mustarip olduğu ve olmaya devam ettiği, seçim kampanyası, oylama ve sonuçların açıklanması süreci sırasında keskin bir şekilde ortaya çıkan sorunların ardından iç siyaset yönetimindeki dengedir. Üçüncüsü, ABD’nin dışarısı ile ilişkilerinde ve dış politikasında yeniden dengeyi sağlamaktır.
Yeni yönetimin iç sorunlarla başa çıkabilmek için ihtiyacı olan şeyin, reform ve ardından inşa olduğunu söyleyerek sorunu en doğru şekilde tespit eden kişi, Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Haass oldu. Bu, yeni ABD başkanının, Trump'ın 4 yıllık görev süresinin neden olduğu bölünmüşlüğü ve kurumsal yıkımı, ülkenin iç ve dış politikasında bıraktığı olumsuz etkileri onarmaya, düzeltmeye ve ardından inşa sürecine başlaması gerektiği anlamına geliyor. Reform süreci, zahmetli, uzun, karmaşık ve iki yönlüdür. Yeni başkanın görev süresinin önemli bir bölümünü kapsayabilir.
Bu yönlerin ilki; kurumlara ve sisteme güvenirliğini, Amerikan değerlerine inandırıcılığını yeniden kazandırmak, ırkçılık, güvenlik güçlerinde reform, başta koronavirüs salgını ile mücadele olmak üzere sağlık hizmetleri, göçmenlik ve ulusal güvenlikle ilgili politikalara kadar Amerikan toplumunda bölünmeye yol açan sorunların ele alınmasıyla başlayacak iç reformdur. İkincisi, müttefik ve düşmanların net bir şekilde belirlenmesi, özellikle de Atlantik genelinde müttefiklerle ilişkilerin onarılması, başta Paris İklim Anlaşması olmak üzere Başkan Trump'ın ayrıldığı uluslararası anlaşmalara, koronavirüs salgınıyla mücadelenin kaçınılmaz kıldığı uluslararası iş birliğine duyulan ihtiyacın ışığında başta Dünya Sağlık Örgütü olmak üzere uluslararası kurumlara geri dönmekle başlayacak dış reformdur.
İç reform süreci, Biden’ın görev süresinin önemli bir bölümünü kapsayabilir. Bu nedenle inşaat süreci bir yana dış reform sürecini başlatması bile uzun sürebilir. Ancak ABD’nin dışarıdaki gücü kendi iç uyumuyla ilgili olduğundan, dış politikasının dengesi de iç dengesiyle bağlantılıdır. Ancak Biden yönetimi, ABD’nin dünyadaki rolü konusunda bir iç uzlaşı eksikliği ile karşı karşıya bulunuyor. Trump yönetiminin ortaya attığı "Önce ABD" sloganı, ABD’yi tek başına ve neredeyse izole hale getirdi. Müttefikleri ile çelişen, rakiplerinin uluslararası ve insani standartları dikkate almayan uygulamalarıyla yüzleşmekten kaçınan bir ülkeye dönüştürdü.
Çin’in Hong Kong politikasına, Tayvan’ı ilhak etme çabasına, Müslüman Uygur azınlığa karşı baskıcı uygulamalarına ABD’nin sessiz kalmasını buna örnek gösterebiliriz. Buna ek olarak, Rusya'nın Ukrayna'dan Suriye'ye ve Libya'ya uzanan kontrolsüz performansı, Osmanlı Türkiyesi’nin rolünü çarpık bir şekilde geri kazanma çabasıyla doğu ve güneye yönelen Erdoğan Türkiyesi’nin NATO’dan uzaklaşması da var. Büyükelçi Dennis Ross'un dediği gibi, Ankara'nın uygulamaları öyle kafa karıştırıcı ki, kendisini müttefik mi yoksa haydut bir devletin uygulamaları mı olarak sınıflandırmak zorlaştı.
Bunların hepsinden önemlisi, bölgemizin yeni yönetimle ilgili korkularının kaynağı olan İran konusundaki duruşudur. Trump yönetiminin belki de tek başarısı, Tahran'ı ve yurtdışındaki kollarını zayıflatan azami yaptırım politikasıdır. İran'ın "ölmek üzere olan birinin” zayıflığıyla da olsa, Avrupa ülkelerinin hala bağlı oldukları nükleer anlaşmayı ihlal etmeye veya balistik füzelerini üretmeye ya da bölge ülkelerinin iç işlerine müdahale etmeye ve terörizmi desteklemeye devam etmesi ışığında şu soru yanıtlanmayı bekliyor: Biden, Tahran'a yönelik politikasını hangi noktadan başlatacak, Obama’nın yoksa Trump’ın ulaştığı noktadan mı?
ABD'yi hegemonyası nedeniyle ve uluslararası sistemde kargaşanın sebebi olmakla suçlayan dış ses, ABD içinde sağda olduğu kadar solda da yankı bulmuşa benziyor. Diğer ülkelerin uygulamaları onun ulusal güvenliğini etkilemiyor veya politikalarının hayati alanına girmiyormuş gibi, ABD'den kendisini izole etmesi isteniyor. Bu durumu en doğru biçimde ifade eden, eski ABD dışişleri bakanı Henry Kissinger'dır. Kissinger’a göre ABD artık dünya sahnesinde kalamaz ama aynı zamanda ondan ne çekilebiliyor ne de kontrol edebiliyor.
Bir kaos patlamasına, çıkar ve ittifaklardaki hızlı ve mantıksız değişikliklere, popülizmin hakimiyetine ve yönetici kurumların egemenliğinin bireysel yöneticiler lehine küçülmesine, ABD'nin kademeli olarak geri çekilmesinin bıraktığı boşlukların, arkalarında savaşlar, kargaşa ve düşmanlıklar bırakan karanlık güçler tarafından doldurulmasına tanıklık eden dünyada, bildiğimiz şekilde ABD'nin küresel liderliği her zamankinden daha acil hale geldi. Biden’ın, "yenilikçi ve geleneksel olmayan düşünce" ihtiyacıyla kastettiği belki de budur. Bu ise ancak ABD’nin küresel rolüne son 10 yılda birçok düzeyde yaşanan dönüşümleri hesaba katan bir çerçeve çizilerek mümkündür.
Dennis Ross, bunun anahtarının ABD'nin yumuşak ve sert güçleri birlikte kullanması olduğuna inanıyor. Çünkü Obama yönetiminin iki dönem boyunca benimsediği yumuşak güç ve diplomasi politikası nasıl uygun değilse, Trump'ın seçici sert gücü benimseyen ve diplomasiyi reddeden politikası da istenen sonuçları vermedi. Bu nedenle ABD, bu iki gücü birleştirmeli ve ne zaman bunlardan birini veya ikisini birlikte kullanmanın doğru olacağını bilen bir bilgeliğe sahip olmalıdır.
Ross’a göre, ABD yumuşak ve sert gücü, diplomasi ve gücü harmanlayan, diplomasinin başarısız olduğu yerde gücün kendisini desteklediği liberal bir uluslararası düzenin kurulması için, aynı ilke ve değerlere inanan ülkelerle ittifak yapmadan bu politika başarılı olmayacaktır.
ABD son 4 yılda çekiciliğini büyük ölçüde kaybetti. ABD’nin eski BM daimi temsilcisi Samantha Power’ın kaydettiği gibi Biden'in misyonu, yeniden inşa sürecinin temel taşı olarak bu cazibeyi ona yeniden kazandırmaktır. ABD'nin cazibesi, siyasetten bilime, tıptan sanata çoğu alanda Nobel Ödülü kazananların yüzde 40'ının Amerikan üniversitelerinden mezun olması gerçeğinin arkasında gizlenmektedir. Keza dünyada başkanları en çok Nobel ödülü alan ülke olmasında da. ABD’yi öldürecek şey, gerilediği düşüncesinin ABD içerisinde de benimsenmesidir. Sorunların çok olduğu doğru, ancak temel sağlam ve dünyanın en büyük demokrasisi, kendini reforme edip ilerlemeye devam ederek demokrasinin yolundan sapmayacaktır.
TT
‘Üçüncü Obama dönemi’ mi yoksa ‘Birinci Biden dönemi’ mi?
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة