Emel Abdulaziz Hezzani
Suudi yazar
TT

Hamaney ve Biden

Mayıs 2019'da Suudi Arabistan'ın merkezindeki petrol tesisleri, küresel petrol piyasasında telaşa neden olan bir roket saldırısına maruz kaldı. Bu tesislerde faaliyetler sadece birkaç günlüğüne askıya alındı, ama bu süre, petrol metasının kutsal olduğuna, ateşle oynamanın, kaynağı ne olursa olsun, piyasalarla oynamak ve onları sarsmak anlamına geldiğine inanan uluslararası toplumda endişe yaratmaya yetti.
Bu saldırının sorumluluğunu Yemen’deki Husi Ansarullah grubu üstlendi. Roketlerin Suudi Arabistan’ın güneyinden değil kuzeyinden geldiğinin kesin bir şekilde kanıtlanmasına rağmen, sahip oldukları cephane ve gücü göstermek, Irak’taki İran’a bağlı milislerin de savaş hattına dahil oldukları teorisini çürütmek için Husiler, saldırıyı üstlenmekte direttiler. Şimdi ise durum tamamen tersine döndü. Bir hafta önce Suudi Arabistan topraklarını hedef alan ve engellenen roket saldırısından sonra Husiler hemen saldırıyla bir ilgileri olmadığı açıklamasını yaptılar. Bu kez inkar etmelerinin nedeni, bilhassa Beyaz Saray’ın BM’nin Husileri terör örgütleri listesinden çıkarma baskılarına boyun eğdiğinin netleşmesinden sonra yeni ABD yönetimine iyi niyet gösterisinde bulunmaktı. Bu saldırı aynı zamanda, Körfez'deki müttefiklerinin iki taraftan İran'ın nüfuzuyla kuşatıldıklarına dair ABD'ye verilmiş bir İran mesajıydı. Olayların haritası ve aktörlerin yerleri değişti, bu da yeni Demokrat yönetim üzerinden yaşanan gelişmelere göre yeni bir okuma gerektiriyor.
Yeni ABD Başkanı Biden, iki karşıt mirasla karşı karşıya bulunuyor. Birincisi, kendisinin de başkan yardımcılığını yaptığı, İran’ın bölgedeki istikrarı sarsıcı faaliyetlerinin bir kısmını kontrol altına almak amacıyla İran rejimi ile açıkça özdeşleşen eski başkan Barack Obama’nın mirası. İkincisi, sopa politikasını kullanarak Obama’nın tam aksi yönde bir politika izleyen eski başkan Donald Trump’ın mirası. İran, Donald Trump döneminde 3 yıldan fazla bir süre, bizzat Cumhurbaşkanı Ruhani’nin kendisini uykusuz bıraktığını itiraf ettiği şiddetli yaptırımların altında inledi. Son olarak İran’ın Dini Lideri Hamaney iki gün önce, ülkesinin 2015’de imzalanan nükleer anlaşma kapsamında verdiği taahhütlerine yeniden dönme kararı alması için şartlarını Washington’a dayatmaya çalıştı. Tüm yaptırımların kaldırılmasını talep etmekle yetinmedi, bir de kalıcı olarak kaldırıldıklarından emin olmak için ek süre istedi.  
Biden yönetimi orta bir yol takip etmeye çalışıyor; bir yandan nükleer anlaşmaya bağlı görünüyor diğer yandan düzenlenmesi ve eklemeler yapılması gerektiğini söylüyor. Yaptırımları kaldırmak istemiyor ama İranlıları müzakere masasına çekmek için bazı adımlar atmaktan da sakınmıyor. Biden yönetiminin dış dosyasında ön sıralarda yer alan İran’ın milisleri aynı zamanda Irak’ı kontrol ediyor, Amerikan kuvvetlerini Irak’tan ayrılamaya zorlamak için DEAŞ ve El Kaide ile iş birliği yapıyor. Yine İran, eski ABD yönetiminin gözetiminde Taliban ve Afgan hükümeti arasındaki anlaşmaya sızmayı da başardı. Yeni ABD Başkanı önünde sahip olduğu araçları sergilemek için Taliban Hareketi liderini Tahran’da ağırladı. ABD’de genellikle yeni yönetimlerin ilk 100 günü onlar için bir test balonu gibidir. Ancak gerçek şu ki, en önemli kararlar bu dönemde ortaya çıkmaz. Biden’ın Husileri terör örgütleri listesinden çıkarma kararının Barack Obama döneminin geri döndüğünün önemli bir göstergesi olduğunu söyleyenler olsa da, bu doğru değil.
Karar, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri için tatmin edici olmayabilir, ama ABD yönetimi başka yönlerden de şansını denemek istiyor. Nitekim Tim Lenderking’i Yemen Özel Temsilcisi ataması olumlu bir adımdı. Biden yönetimi aynı zamanda müttefiklerini Husi saldırıları ve İran’ın düşmanca faaliyetlerine karşı koruyacağını da taahhüt etti. Deneyimli Biden için tablo muğlak değil ve aslında yönetimi Husilerin terörist olduğuna dair görüş belirtmişti. Bu kararının amacı yalnızca, Ansarulallah'ı terör örgütü tasnif etmenin, kuzeyde Husi kontrolündeki alanlardaki insani duruma zarar vereceğini söyleyen BM'nin bu yöndeki talebine karşılık vermekti.
Körfez’de bu durum, Husilerin doğrudan şantajı olarak görülüyor, buna hiç şüphe yok çünkü 6 yıllık savaşın tarihi, Yemen'de savaştan en çok etkilenen bölgelerin Husiler’in kontrolü altındaki bölgeler olduğunu gösteriyor. BM’nin kendisinin Husi liderlerinin insani yardım, petrol ve para çaldığına dair kanıtları var. Öyleyse neden Biden onları yatıştırmaya çalışıyor? Kişisel görüşüm, Beyaz Saray için sınıflandırma meselesi, savaşın siyasi olarak sona ermesi için müttefiklerle iş birliğine odaklanmak kadar önem taşımıyor. Washington, Riyad'ın Yemen'deki çözümün diplomatik olması gerektiği şeklindeki tutumundan memnun ve onunla bu esas üzerinden çalışacak. Başkanlık dönemi boyunca Biden’ın İran'a karşı tutumu gri bölge içinde kalmaya devam edecek, çünkü şu ana kadar önündeki en olası seçenek bu. Müttefiklerinin zarar görmesini kabul etmeyecektir, ama Trump gibi İran’a karşı sopa politikasını benimsemesi de ihtimal dışı.
Bir diğer endişe verici konu olan nükleer anlaşmaya gelince, anlaşmanın süresinin yarısının hem de uygulanmadan sona erdiğini, yeniden formüle etmenin kaçınılmaz olduğunu, çünkü ondan geriye kalanlar için taviz vermenin zahmete değmeyeceğini hatırlatmalıyız. Obama yönetiminin nükleer anlaşma konusunda yaptığı en büyük hata, İran'ın bölgedeki yıkıcı eylemlerini ve kana susamış milislerini beslemesini görmezden gelmemesi değildi. En büyük hatası, Arap ülkelerini bölgeleri ile ilgili bir meseleyi ele alan müzakerelerden dışlamasıydı. Bu bölge manda ve vesayet dönemini aştı, Arap ülkeleri artık ekonomik, ideolojik ve politik olarak daha güçlü ve etkili.