Bülent Şahin Erdeğer
TT

Kurgunun egemenliği: Eşcinsellik “normal” midir? -1-

Eşcinselliğin İslam ve Müslümanlar açısından nasıl anlaşılması ve karşılanması gerektiği sorusu aslında iç içe geçmiş sorunlar yumağının açılış kapısı. İnsanlık tarihi kadar eski olan bir durum olan bazı insanların hemcinsleriyle cinsel ilişki kurmaları olgusunun 20. yy’ın ikinci yarısından itibaren sosyal-siyasal bir kimliğe dönüştürülmesi mevzuyu bireysel bir durumdan toplumsal bir problem haline de getirmiştir. Tarihte ve günümüzde cinselliğin anlam değişimlerine karşısında Din’in konuya bakışındaki sabiteleri ve değişkenleri nedir?
Keşke sadece bu sorularla yetinebilseydik. Bir de 20. yy’ın ikici yarısından sonraki post-modern dönemin LGBTQİ+ ideolojisinin kendi meşruiyetini temellendirme, savunma ve propaganda argümanları da dolaşıma sokulduğundan dinler, bilimler ve felsefe ekolleri kulvarlarında tam bir kakafoniyle karşı karşıya kalınıyor. Ben insan hak ve özgürlüklerini önemseyen bir Müslüman olarak kendi durduğum yerden bazı sorulara cevap arayacağım.
Öncelikle konumuzun hangi boyutları var?
İnsanlığın başlangıcından beri insanın yapısında var olan eğilimler gerçekliktir.
Bu eğilimlerin nasıl anlamlandırılacağı ise din(ler) ve felsefe(ler)in değerlendirme alanıdır.
Kişinin kendi iradesiyle eşcinselliği “tercih etmesi” Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Hinduizm, Budizm, Caynizm, Taoizm ve Konfüçyüsçuluk açısından “sapıklık” ve “ahlaksızlık” “karmaya olumsuz etki eden kötülük” olarak değerlendirilmiştir. (Bkz. Sınırlarda Dolaşmak: Dinlerin Eşcinselliğe Bakışı, Ed. Süleyman Turan, Okur Akademi Yay. İst. 2018)
Yine bu dinlerin hemen hepsi ve başta İslam, özellikle bu “eğilime” meyyal olan kimselere potansiyel düşman gözüyle bakmaz. Dinler eşcinsellere değil eşcinselliğin normalleştirilmesine karşıdır. Dinlerin ifrat ve tefrit yorumlarını istisna olarak kenarda tutarsak dinlerin genel/ortalama bakış açıları eşcinsel eğilimlerin eğitim ve tedavi yoluyla kontrol altına alınmasına yönelik yapıcı çözümler içerir ki bu sağduyulu tutum 68 dalgasının altında kalana kadar modern bilim çevrelerinde de sosyalist hareketler nezdinde de böyleydi.
Dinlerin özellikle de İslam’ın konuya yaklaşımını 3. makalemizde detaylandıracağım. Ama isterseniz önce eşcinsellik fenomeninin modern ideolojiler açısından nasıl görüldüğüne bakalım.
Eşcinselliğin olumlu görüldüğü iki dünya görüşü mevcut. Anarşizmin bazı kolları ve Liberalizm. Anarşizmin temel ilkelerinin dışında belirli bir sistematiğinin bulunmaması anarşizm kollarının her türlü tahakküme karşı düşmanlık eksenindeki isyankarlığı eşcinselliğin de bireysel olarak Kilise’ye karşı çıkmaları için bir imkan olmuştu. Ancak anarşizmi sadece yönetişim açısından yatay organizasyonlar olarak gören Tolstoy bireysel ahlakı ve aileyi kişiyi arzularından ve dolayısıyla her türlü yabancılaştırıcı tahakküm bağından özgürleşme olarak görmüştür. Tosltoy’un anarşizminde “iffet” merkezi bir kavram/yaşam tarzıdır. Arzunun politikasını yapmayı yabancılaşma görürken arzudan bağımsızlaşmayı yani İffeti özgürleşme olarak yaşamıştır. Tolstoy’un anarşist ekolojik tarım toplumu / çiftlik ağları modeli İncil/Dağdaki Vaaz, İslam ve Budizm metinleriyle girdiği yoğun etkileşimin sonucuydu.
Bu bağlamda Tolstoy, Emma Goldman gibi seküler anarşist arayışlardan yorumlardan ayrışır.  Tolstoy’un eşcinselliğe yönelik tutumu Hristiyan Varoluşçu  Nikolay Berdyaev ile örtüşür: “Homoseksüel sevgi androjen bütünlüğün gerçekleşmesini sağlayamaması nedeniyle ontolojik olarak lanetlenmiştir; homoseksüel ilişkide yarımlar/çiftlerden biri karşıtıyla birleşmeksizin kendisiyle baş başa kalır; yani varlığın polaritesi/kutupluluğu yasası ihlal edilir.” (Bkz. N. A. (2012). İnsanın Yazgısı, (çev.) Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayıncılık, İst. sf. 295)
Eşcinsel propagandistlerden Karlinski şöyle diyor:
“Düşünceleri ister popülist ister Marksist olsun, devrimci programları isterse Proudhon’dan, Bakunin’den ya da Plekhanov’dan gelsin, 19.yy’ın sonunda ve 20.yy’ın başındaki Rus devrimcileri, 1860’lardaki (ütileteryen) yararcı pozitivistler tarafından düşünülen bir viktoryen, püriten ve ataerkil etiği onaylıyordu.” (Rusya’da Gay Kültürü ve Edebiyatı, Simon Karlinski, Kaos GL Dergisi, Sayı: 16, Sf: 4-11)
19. yy’da doğan ve 20. yy’da dünyanın yarısını yöneten Marksizm eşcinselliğe nasıl bakmıştır. Teorik Marksizm ve Pratik Reel-Sosyalizm açısından?
“Rusya’da 1905 ile 1917 Şubatı arasında, gey kültürü/ edebiyatı ve politikasının yeşerdiği kısa bir dönem yaşandı. 1920’lere gelindiğindeyse bu hareket zayıflamıştı. Ne Lenin ne de Troçki’nin eşcinsellik fikrini desteklediği olmuştu. Yeni Sovyet Rejimi eşcinselliği tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak görüyordu. Günden güne yükselen düşmanlık, 1933’te çıkarılan, 34’te tüm sovyetlerde yürürlüğe giren bir yasa ile zirveye vardı. Bu yasayla erkekler arasında cinsel ilişki yasaklandı ve beş yıl ağır çalışma cezası getirildi. Stalin döneminin Sovyet hukuku eşcinselliği kamu ahlakına karşı bir suç haline getirdi ancak bununla yetinmedi. On çocuk doğuran kadınlara madalya veren Stalin’in cinsel çeşitliliğin tamamen karşısında olması pek şaşırtıcı olmamalıdır. Eşkiyalık, karşı devrimci çalışmalar, sabotaj ve casusluk gibi devlete karşı işlenen suçlardan biri ilan etti.
Maocu Çin’in uygulamaları da oldukça katıydı. 1949 Devrimi’nden sonra Çinli geyler toplanıp vuruldular. Lezbiyenler göç etmek zorunda bırakıldılar. Eşcinselliğin “var olmadığı” resmi olarak ilan edildi.
Küba Devrimi’nin ilk yıllarında Sosyalist Küba Devrimi Birleşik Partisi, toplumsal cinsiyet rolleriyle kalıplaşmış heteroseksüel kadın ve heteroseksüel erkeğin dışındaki bütün cinsel kimlik ve yönelimlere karşı ön yargıları besledi. Castro, bunları “yozlaşmış Batista döneminin bir kalıntısı” olarak kınıyordu, yok edilmeleri gerekiyordu. Birinci Ulusal Eğitim ve Kültür Kongresi’nde “eşcinsel sapıkların sosyal patolojik karakteri” ele alındı ve “eşcinsel sapıkların tüm dışavurumlarının kesin bir şekilde reddedilmesi ve yayılmalarının önlenmesi”ne kadar verildi, geyler rehabilitasyon kamplarına kapatıldı. 1983’te ise “toplumda istenmeyen unsurlar”ın Küba’dan ABD’ye gönderildiği Mariel sürgünüyle uzaklaştırıldılar.
Marksizmin Temelinde LGBTİ’lere Bakış
Öncelikle belirtilmelidir ki, iddia edilenin aksine, Marks ve Engels’in kitaplarında, mektuplarında ya da başka metinlerinde LGBTİ “mücadelesi”nin esamesi okunmaz. İki yüzyıllık bu ideolojide, bu konuda farklı kesimlerin farklı görüşleri olmuştur, fikir birliği yoktur.
Marksizmin kuramsal kurucularından Karl Marks ve Friedrich Engels yayınlanmış çalışmalarında LGBTİ konusuna dair çok az şey söylediler ve genel olarak cins, cinsiyet, cinsel kimlik ve yönelim ya da cinselliğe nadiren yorum yaptılar; yaptıklarında da çoğunlukla ekonomiyle ilişkilendirerek. Örneğin Marks, “özgür kişilikten kastın, insanın kendi manevi ve erotik güçlerinin bilincine vararak, onları ‘dengeli’ bir tarzda kullanması” demek olduğunu söyler. Marks’a göre kapitalist ilişkilerin özgür ve özgün kişiliği engellediği ortadadır. Hatta gelişmiş meta ekonomisinde, ancak bazı insanlar, o da özel ve uygun koşullarda, kişilik kazanabilir.
Engels ise Anti Dühring’de şunu söyler: “Kapitalizm, insanların arasındaki her türden doğal ve insani ilişki yanında, cinsler arası ilişkileri de yıkıma uğratmaktadır.” Çoğu metninde -o dönemde bu şekilde adlandırılmasa dahi- heteronormativitenin de keskin bir savunucusudur. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında, “İlk iş bölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür.” der ve ekler “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.” Bununla birlikte Engels’in erkek eşcinselliğini eleştirdiği ve bu durumu “antik Yunan oğlancılığı” ile ilişkilendirdiği yazıları, mektupları da mevcuttur.
İçinde bulundukları dönemde, Weimar Cumhuriyeti’ndeki Alman Komünist Partisi, Magnus Hirschfeld’in önerdiği yetişkinler arasındaki özel ve rızalı eşcinsel ilişkileri yasallaştırma çabalarını desteklemek amacıyla sosyal demokrat gruplarla bir araya gelmiştir. Engels, Marks’a yazdığı 22 Haziran 1869 tarihli mektubunda bu olaydan şöyle bahseder: “Doğu Avrupa’da Ulrichs ve Hirschfeld önderliğindeki eşcinsel hakları hareketleri midemi bulandırıyor. Eşcinseller doğaya karşı çıkan sapkın asalaklardır ve yok edilmeleri gerekir. Çünkü komünal hayatın devamı için gereken yeni bireylerin üretimini gerçekleştiremezler. Komünistler ve bu sapıklar asla bir ittifak yapamaz.” Bu ve benzeri örneklerle Engels’in metinlerinde sıklıkla karşılaşılabilir. “Engels ve LGBTİ”de karşılaşılanın ise dahil olan bireylere açıkça düşmanlık olduğu açıktır. (Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi, Meydan Gazetesi sayı: 45)
21. yüzyılın ideolojik evrimi günümüzde «ilericilik» olarak kabul gören çeşitli herzeyi, Marksizmin progresif temeline tutturmaya çalışarak onu klasik Marks’tan ayırmaya ve milenyum ahlâkının bir parçası haline getirmeye zorluyor. 1969'da IRA (=İrlanda Cumhuriyet Ordusu) içindeki ideolojik ayrışmadan doğan ve sosyalist kanadı temsil eden Provos’un (=Geçici İrlanda Cumhuriyet Ordusu) eşcinsellere yönelik silahlı saldırıları 20. yüzyıl Marksizminin bugün evrildiği halden farkını gözler önüne seriyor. «Battaniye Adamlar»[a] eylemi ve Bobby Sandsle[b] birlikte tamâmen sosyalist bir yapıya evrilen IRA’nın da The Green Book’ta eşcinselliği aşağıladığı görülüyor. Hâlbuki bugünkü konjonktürün Marksizme biçtiği yeni rolde, IRA’nın siyasi kanadı Sinn Féin’in eşcinsel yürüyüşleri fonladığını görüyoruz. Muhâfazakâr ve kapalı sayılabilecek; mezhepçi, geleneksel ve sosyalist İrlanda toplumunda Marksist modernizasyonun ne derece kabul gördüğü konusu başlı başına bir tartışma konusu olarak görülüyor ve makâlenin konusu dışına çıkmamak adına bu meseleye değinilmiyor. Eşcinselliğin ağır bir şekilde cezâlandırıldığı bir başka muhâfazakâr sosyetenin: Kürt toplumu ve Türkiye solunun, incelendiğinde 90'lardan bugüne eşcinsel hakları üzerindeki fikir evriminin çok büyük olduğu görülür. SSCB ekolünü taklit eden diğer dünya Marksistleri gibi Türkiye komünistlerinin de Sovyetler Birliği yıkılana kadar eşcinselliğe bakışı bunun bir hastalık olduğu üzerinedir. İspanya, İtalya, Latin Amerika ilâ… sosyetelerin Marksist örgütlenmelerinde de 2000'lerden sonra benzer keskin değişimler görmek mümkün. Milenyum Marksizminin klasik Marksizm’den bu denli farklılaşmasının en büyük sebebi hiç şüphesiz; 1991'de Sovyetler Birliği’ni yıkıma götüren soğuk savaşta liberal batı bloğunun galip gelmesidir. Yenik ideoloji Marksizm batıda bu liberal hezeyanlarla harmanlanırken post-Sovyet ülke komünistlerinin, Marksizme yutturulmaya çalışılan, “kapitalist pazarlaması” olarak adlandırdıkları eşcinsellik hapına pek de sıcak bakmadıkları görülüyor.” ( Marks, Engels ve SSCB: «Bir eşcinsel Komünist Parti’ye üye olabilir mi?”
https://medium.com/@volya/marks-engels-ve-sscb-bir-e%C5%9Fcinsel-kom%C3%BCnist-partiye-%C3%BCye-olabilir-mi-a835431d4154 )
Eşcinsellik eğiliminin ötesine geçen “LGBTİQ+” ise son dönemde açığa çıkmış bir ideolojidir. Her ideoloji gibi kurgusal bir tarihe, kendi açısından meşrulaştırılması gereken bir kimliğe ve o kimliğin mücadelesine ihtiyacı vardır. Tarihte cinselliğin insanların hayat tarsi ve üst kimliği haline gelmediğni biliyoruz. Ancak Feminizm ile başlayan cinsiyetçi üst kimliklenme eşcinsel kimlikçilikle süre gelmekte. Özellikle postyapısalcı felsefe ekolünde şekillendirilen yeni kavramlarla biyolojik cinsiyet-toplumsal cinsiyet (gender) ayrımı yapılmış, eşcinselliğin doğal, doğuştan geldiği iddia edilmiş ardından da birbirlerinden çok farklı cinsel durumların aynı tabela altında toplumsal kimlikler olarak kurgulanması sonucunu doğurmuştur. Bu söyleme göre kişi biyolojik cinsiyetiyle doğsa da toplumsal normların kalıplarıyla erkek ve kadın olarak şekillendirilmektedir. Toplumsal cinsiyet rolleri “heteroseksüel” yani erkek-kadın ikiliği ile belirlenmektedir.
Bu iddia/yorum mutlak bir hakikat değildir. Aksine cinsiyet üreme için evrimsel bir mekanizmadır. İki cinsiyetin üremenin devamı için şehvet/arzu üzerinden şekillenmesi, arzunun bir politika öznesi değil biyolojik bir zorunluluk sonucu var olduğunu gösterir.
Toplumsal Cinsiyet kalıplarının doğal cinsiyetler üzerinden şekillendirildiğini yani erkeklik ve kadınlığa kültürel yükümlülükler ve özgürlük alanları yüklendiği bir gerçektir. İstanbul Sözleşmesi metni örneğinde gördüğümüz üzere elbette kadınlara ve erkeklere yüklenen olumsuz kültürel yükler ile mücadele de edilmelidir.        
Peki bir biyo-politika ideolojisi olarak LGBTİQ+’nin bize sunduğu bir kimlik homojenliği gerçek midir? Yoksa her biri ayrı kategorilerde mi değerlendirilmelidir?
Öncelikle eşcinselliğin 70’li yıllarda post-yapısalcı felsefe çerçevesinde kavramsallaştırıldığı, kavramların bir kimliğe dönüştürüldüğü, bu kimliğin önce psikiyatri çevrelerinde sonra da küresel siyasette yine ideolojik olarak normalleştirildiğini söylemekte fayda var.