Sam Mensa
TT

Lübnan’da Hristiyanlar arasında çatışma yeniden başlamak üzere

Büyük bir sinema yönetmeni Lübnan’ın bugün ulaştığı durumu çekmekle görevlendirilse, Maktaf Döviz Şirketi’ne tekrarlanan baskınları ile Hakim Gada Avn kadar başarılı olamazdı. Gada Avn’ın bu davranışları, ölümcül bir boşluk durumunu ve tüm kurumların tamamen yok edilmesini temsil ediyor. Bununla birlikte sıradan vatandaş sanki havada asılı, çıplak ve yalnızmış gibi bir duruma düştü.
Bir hakimin rol aldığı bu olağandışı olay, 30 yılı aşkın bir süredir Lübnan'a zorla dayatılan uzun bir yıkım sürecinin parçasıdır. Amaçlı ve her zaman eski ve yeni gayeler gösteren bir süreç.
Maktaf Şirketi baskını, Cumhurbaşkanı ile hükümeti kurmakla görevli Başbakan arasında Hristiyanların hakları, üçte bir engeli ve anayasanın yorumlanması gibi yüksek ulusal çıkarları gözetmekten ziyade popülist tumturaklı sloganlar nedeniyle var olan hükümet kurma krizi bağlamının dışına çıkmıyor. Maruni ve Cumhurbaşkanı ile Avncı akıma yakın Hakim Avn’ın Sünni Başsavcı Gassan Uveydat karşısında konumlanması, Sünni-Hristiyan ihtilafını alevlendirme çerçevesine yeni bir eklentidir. Melodramatik ve mizahi sahnenin bu kısmı, Avncı hareketin alışkanlık haline getirdiği Hristiyan-Hristiyan çekişmesinin işaretlerini veren boyutlarıyla kıyaslandığında tali önemdeymiş gibi görünüyor. Geçen yüzyılın seksenli yıllarının sonunda General Mişel Avn’ın yeni cumhurbaşkanını seçmek amacıyla geçici askeri hükümetin başkanı olarak dönemin cumhurbaşkanı Emin Cemayel'den görevi devralmasından bu yana, Avncılık denilen bu hareket Hristiyan-Hristiyan anlaşmazlığını kaşımayı adet haline getirdi.
General Mişel Avn’ın askeri hükümetin başında olduğu o dönemde, Hristiyan-Hıristiyan ihtilafı, kuzeydeki el Matn bölgesinde Lübnan Kuvvetleri ile  Ketaib Partisi arasında  baş gösteren ve Generalin geçiştirdiği ilk anlaşmazlıkla yüzeye çıkmaya başladı. Bu anlaşmazlık daha sonra 14 Şubat 1989’da Dibaye bölgesinde Lübnan Kuvvetleri ile Avn liderliğindeki Lübnan ordusu arasında büyük bir güvenlik çatışmasına evrildi. O dönemde Avn, yaptığı basın toplantısında Lübnan Kuvvetleri’ne bildiği tüm küçük düşürücü sıfatları yapıştırmıştı. Söz konusu çatışma, Lübnan Kuvvetleri’ne karşı yürüttüğü büyük “ortadan kaldırma” savaşının öncüsüydü. Lübnan Kuvvetleri ile Avn liderliğindeki ordu arasındaki bu büyük savaş, Lübnan’ın belini kırdı. O gün Suriye ordusunun Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na, Avn’ın dışında bir liderliğin altında ülkenin yeniden birleşmesinin çekirdeğini oluşturması mukadder Savunma Bakanlığı’na ve Beyrut’un doğu bölgelerine girmesini sağladı.
Bugün yaşananlar, 1988-1989 olaylarının menfur bir şekilde yeniden yaşanması, yani bir dejavu gibi. Farklı mezheplerden Lübnanlılar birbirlerinin kanını dökerken ve bilhassa Hristiyan-Hristiyan çatışması alevlenmişken, Suriye rejiminin onları seyrettiği günleri sanki tekrar yaşıyoruz. Aynı senaryo bugün tekrarlanıyor. İran ile Hizbullah, devletin tüm bileşenlerinin yaklaşan düşüşünün tadını çıkarırken Hristiyanlar arasındaki liderliği tekeline alma mücadelesini seyrediyorlar. Devlet tüm bileşenleri ile çöktüğünde, işte o zaman onlar için her yolunda gidecek. Cumhurbaşkanlığı ve yürütme ile yasama organlarından sonra yargının düşüşü, olup bitenlerin amaçlı ve sistematik bir yıkım dizisi olduğunu gösteriyor.
Geçmişte olduğu gibi bugünde cevaplanması acil olan soru şu; Avncı sokağın liderlerinin akıllarından ne geçiyor da kendilerini tamamen bu politikaya veriyorlar. Zira öyle görünüyor ki, 1988'den bugüne ölümcül hastalıklar olarak adlandırılabilecek barbarca uygulamalarıyla her şeyi yapmaktan çekinmediler. Bu hastalıklardan ilki, siyasi pusulanın kaybedilmesi, çünkü bu liderlerin temel iç siyasi verilerin temellerini bile bilmedikleri, keza bölgenin durumuna, yansımalarına ve uluslararası siyaset meselelerine aşina olmadıkları ortaya çıktı. Nitekim 1989'da General Avn, ülkeden kaçışıyla sona eren garip ve tuhaf ittifaklar kurmuş ve bunların sonuçlarından biri de Suriye ordusunun Beyrut’un doğu bölgelerine girmesi olmuştu. Bugün de Özgür Yurtsever Hareket, iç durumun gerçekliğini ve hakim olan bölgesel ve uluslararası dengeleri anlamıyor ya da anlamak istemiyor. Böylelikle, daha önce Suriye rejimine açtığı gibi ülkenin zenginliklerini ele geçirmeleri için İran ve müttefiklerine kapıları sonuna kadar açıyor.
Avncı akımın ikinci hastalığı, amaç araçları meşru kılar sözüne inanması. 1989’da amaç, Avn’ın cumhurbaşkanlığına ulaşmasıydı ama başarılı olamadı. 2006 yılında Hizbullah ile imzaladığı mutabakat belgesinin itki gücüyle istediği amaca ulaştığında, bu kez görev süresinin sona ermesinden sonra halefini güvence altına alma savaşı başladı. Bu savaşın amacı, geçmişte olduğu gibi ülkenin karanlık tünellere girmesine yol açsa da bu belgenin tesis ettiği siyasi düzenin aynen devam etmesine olanak tanımak.
Teorik ve pratik açıdan olsun politikadan tamamen uzak olan Avncı akımın üçüncü hastalığı, kurucu General ile başlayan, damadı Cibran Basil'e miras kalan ve Hakim Gada Avn’ın özdeşleştiği kurtarıcı fikridir. Cumhurbaşkanı Avn, 1988'de Baabda Sarayı'na ulaşmasından bu yana kendisini seçilmiş bir kurtarıcı olarak görüyor. Basil’e gelince, son olarak Patrikhane’nin minberinden kendisini “tavizsiz” bir Mesih’e benzetmekten kaçınmadı. Aynı durum, yaptığı baskınlar ile adaleti yayan ve yolsuzların peşine düşen şövalye hikayelerine öykünen Hakim Gada Avn için de geçerli. Seçilmiş ile görevlendirilmiş arasındaki kurtarıcı hastalığı, General ile Hasan Nasrallah’ı gerçek ve felsefi anlamları ile metafizik ve gizli bir mutabakat içinde bir araya getiren etken olabilir.
1988-1989 olayları ile bugün arasındaki karşılaştırma, resmi daha net hale getirmek amacıyla hatırlatmak ve dersler çıkarmak içindir. Hakim Avn'ın Maktaf döviz bürolarına yaptığı baskını, yargıya ve astlarına karşı itaatsizliğini iki tehlikeli gösterge olarak görmek kaba bir abartma değildir. Bu iki göstergenin tehlikesi, sadece Hizbullah ve ekseninin başlattığı darbe döngüsünü tamamlamasından değil, bir Hristiyan-Hristiyan iç savaşı başlatma potansiyelinden de kaynaklanıyor. Bu savaşın temel nedeni ise Hizbullah’ın hegemonyasını meşrulaştırmak için gerekli ve lüzumlu olan kalkanı sağlamak amacıyla bu eksenin rehini olsa da cumhurbaşkanlığı makamında kalmaktır.       
Bu sahneyle birlikte, federalizm ve benzeri çağrıları da çöküyor. Çünkü Hakim Avn'ın baskınları, federalizm savunucularının hayalinin gerçekleşmesi durumunda, Hristiyan topluluğunun ne durumda olacağına dair bir ön görüntü ve çatışmalarının habercisi gibidir. Daha önce iç savaş ve General Avn hükümeti ile Lübnan Kuvvetleri arasındaki savaş sırasında tanık olduğumuz bir görüntüyü anımsatıyor.
Özellikle bu bağlamda, meselelerin iç yüzünü bilen Vatikan’ın, Patrik Bişara er Rai'nin tarafsızlık ve uluslararası konferans girişimini görmezden gelen pozisyonu şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Papa Francis’in kendisi de bu konuya değinmedi ve teşvik etmedi. Meslektaşımız Bişara el Bon’un yazdığına göre Vatikan “ülkenin tarafsızlığından önce halkın bekasına” öncelik veriyor. Bu, Saad Hariri'nin geçen hafta Papa ile yaptığı görüşmenin ardından Vatikan'dan yaptığı açıklama ile tutarlı bir tutum. Hariri, “Sorun Hristiyanların hakları değil, tüm Lübnanlıların haklarıdır” diye konuşmuştu. Vatikan'ın bu tutumu bir yandan gerçeklikle uyumlu, diğer yandan da genel olarak Batılı ülkelerin 1975'ten bu yana Lübnan krizine ilişkin tutumlarıyla tutarlı. İster iç savaş isterse dış güçlerin Lübnan topraklarındaki savaşları olsun çatışmanın başlamasından bu yana Batılı ülkelerin tutumu ise şu şekilde özetlenebilir; her zaman etkin taraflar arasında bir denge aramaya çalışmak. İslami kaldıraç olmadan Hristiyan talepleri gerçekleştirme çabaların sonuçsuz kalacağı somut ve kesin bir gerçeklikle kanıtlanmışken, Hristiyanlar arasındaki aşikar bölünme ile nasıl sonuç alınabilir ki. Bunun en belirgin örneği, Başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesi ve onu takip eden, büyük bir ulusal boyut kazanan kitlesel halk devriminin ardından Batı’nın Lübnan’dan çıkması için Suriye ordusuna yaptığı baskıdır. Hristiyan ve Müslümanların Suriye ordusunun geri çekilmesi, suikastı kınama ve Suriye’yi sorumlu tutma talebinde birleşmesi sayesinde bu kitlesel halk devrimi ender bir uluslararası kucaklama ve destek kazanmıştı.
Özetle, Vatikan, Avrupa veya ABD’nin Lübnan konusundaki tutumlarının ve yayınlanan görüşlerinin, iç ve bölgesel güç dengelerini hesaba kattığı bir zamanda, Lübnan kurtarıcılarının ellerinde boğuluyor. Onlar gerçeklikten kopmuş Don Kişotlardan ibaret olduklarını anlamıyorlar, kendileri kutsal bir görev üstlenmiş şövalyeler sanıyorlar. Oysa kendi kendilerini yedikleri için tüm yapay savaşlarda art arda yenilmeye devam ediyorlar. Tek kazanan ise, Lübnan’ın çehresini değiştirmeye uğraşan taraf.