Bir an için Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'nın dünyadaki en güçlü, bir düğmeye basarak insanlığı yok edebilecek, bir “yürütme emri” ile iflas ettirebilecek “siyasi” lider olduğu gerçeğini unutalım.
Bir an için bu gerçeği unutalım ve çağdaş tarihimizin bu müstesna günlerinde biz Araplara dayatılan iki önemli gerçeğe odaklanalım.
Birinci gerçek, bizim Arap gerçekliğimizi olduğu gibi yansıtıyor; görmek istediğimiz gibi değil. İkinci gerçek, gezegenimizin genelinde ekonomi, teknoloji, ittifaklar ve düşünceler alanındaki değişimlerin şaşırtıcı hızıyla ilgili.
Arap ülkeleri dün, tarihin en büyük imparatorluğunun başkenti olan Irak'ın başkenti Bağdat'ın ev sahipliğinde düzenlenen zirve için bir araya geldi. Ama ne yazık ki 34. Arap Zirvesi olumsuz koşullarda gerçekleşti, varoluşsal zorluklarla mücadele etme gücümüzü göstermekten ziyade millet olarak acizliğimizi teyit etti.
İlk olarak temsil düzeyi mütevazı idi. Bugün birçok Arap başkentinde hakim olan kanaat, “tek bir Arap kimliği” konusunda olmasa bile, herhangi bir “ortak Arap eyleminin” etkinliği konusunda oynanan bahsin başarısız olduğudur. Ama bunu duyurmak ve sonuçlarına katlanmak hiç kimsenin çıkarına değil.
Gerçekten de Arap dünyasının durumunu akılcı bir şekilde gözlemleyen herkes, pek çok bölgesel sorun ve haklar konusunda “küllerin altında” için için yanan derin kuşkuların varlığını hisseder. Ancak “kamufle etme”, “inkar etme”, “bilmezlikten gelme” ve “görmezden gelme” konusundaki uzun deneyim, gerçeklerin örtbas edilmesini sağlıyor. Bu da çoğu siyasi girişimin ve yaklaşımın gerçek değerini kaybetmesine neden oluyor.
Bu, Arap dünyasının kronik kriz kaynaklarına çözüm bulma konusundaki başarısızlığının bugün de açıkça gösterdiği bir durum. Suriye ve Lübnan'da gözle görülür bir rahatlama belirtileri görülse de, Gazze ve Batı Şeria'daki Filistinlilerin acılarını hafifletmek için tek ve birleşik bir Arap stratejisinin olmadığı ortaya çıktı. Yemen'de yeni olan veya Irak'ta miras alınan İran nüfuzu ile pragmatik bir şekilde başa çıkmaya yönelik bir stratejinin olmadığı da artık açıkça görülüyor. Irak, Tahran’a bağlı milislerin sahada hâlâ en büyük nüfuza sahip olduğu yer. Elbette, Libya'daki kaosun, Sudan'daki derinleşen durumun ve Cezayir ile Fas arasında uzayan çekişmenin yakın bir zamanda sona ereceğine dair ufukta hiçbir işaret de görünmüyor.
Bütün bunlar ve daha fazlası sebebiyle, karar alıcılar sadece kınama görevini yerine getirmesi karşılığında, zirve “kurumuna” kardeşlik ve dayanışma duygularının cömertçe sözlü bir biçimde ifade edilmesi dışında artık kaldıramayacağı hiçbir şey yüklemeye gerek olmadığına karar verdiler.
İkinci gerçeğe gelince, ekonomi, teknoloji, ittifaklar ve fikirler alanındaki değişimlerin şaşırtıcı hızı bizi etkileyecek. Dahası Arap dünyasında ve ondan daha geniş insani alanda hayatlarımızı etkilemeye başladı bile. Bu yazıya ABD Başkanı’nın dünyadaki en güçlü “siyasi” lider olduğunu söyleyerek başladığımda, öngörmemiz ve yaşamamız gereken gelişmelerin zeminini hazırlıyordum.
Bana göre, “üçlü” Körfez turunun başarısına rağmen, “politikacı” Trump'tan çok daha önemli olanlar vardı.
Onlar ABD'nin geleceğinin, nüfuzunun ve “siyasi kuruluşunun” yapıcıları. Burada artık bir başkan yapıcıdan daha büyük olan Elon Musk, Nvidia, Google, OpenAI, Blackrock, Uber, Blackstone ve Fortune 500 listesinde yer alan diğer büyük Amerikan şirketlerinin yöneticileri seviyesinde geleceğin teknolojilerine, yapay zekaya yatırım yapan teknoloji liderleri ve yatırımcılarından oluşan bir yıldızlar takımını kastediyoruz.
Bunlar, ABD'nin gelecekteki rakiplerine, özellikle de Çin'e karşı “savaşını” yöneten insanlar.
Ancak Çin, kamu (devlet) ve özel sektörlerin çabalarının toplamını kendi “teknolojik-ekonomik cephaneliğinde” birleştirirken, bugün Trump ABD’si, insanların tüketim (ya da satın alma) dışındaki her türlü rolünü yavaş yavaş ortadan kaldırarak, sadece özel sektörün gücüyle silahlanmış bir biçimde ilerliyor gibi görünüyor.
Daha açık bir ifadeyle, mevcut Washington, herhangi bir yasal “düzenleyici” adı altında yatırım için hiçbir engel, kısıtlama veya kısıtlayıcı standart istemiyor. Ekonomik açılım ve özgürleşmenin hızlanmasını yavaşlatabilecek her türlü standart sisteme ve mevzuata karşı. Dolayısıyla, özellikle Çin ile geleceğe yönelik mücadele, “ideoloji”nin “çıkar” karşısında gerilediği bir dönemde, siyasal yansımaları olan önemli bir boyut kazanıyor.
Devlet kavramının kendisi de tartışılıyor...
Hesap sorma mantığı verimlilik üzerinde bir yük haline geldi...
Kamusal özgürlükler ilkesi bir bakış açısına dönüştü…
Anayasanın güvence altına aldığı “demokrasi” fikri artık tartışmalı bir konu, hatta en iyi ihtimalle keyfi bir tartışma konusu haline geldi...
Küresel çatışmaya dahil olan dev şirketlerin bütçeleri artık bağımsız ülkelerin bütçelerinden kat kat büyükken, nasıl böyle olmasın ki?! Bu bana üniversitedeki ilk yılımda duyduğum bir Amerikan sözünü hatırlatıyor: “Eğer 20. yüzyılda savaş silahı ideolojiyse, 21. yüzyılda teknoloji olacaktır.”
Öte yandan “ABD’nin işi iştir” sözünün -her ne kadar farklı bir bağlamda olsa da- Cumhuriyetçi Amerikan Başkanı Calvin Coolidge'e (1923-1929 yılları arasında görevdeydi) atfedilmesi bir tesadüf değil. Zira kendisi ekonomide devletin rolünün en aza indirilmesi gerektiğine inanan, hükümetlerin etkinliğini piyasa mekanizmalarına müdahale etmekten kaçınmalarına bağlayan bir isim.
Hazırlıklı olmadığımız bir hızla yaklaşan geleceğin dünyasında, toplumlarımızın ve mevcut kültür ve düşünce tarzımızın, büyük acı ve bedeller ödemeden değişimi özümseyemeyeceğinden korkuyorum.
Olgunlaşmamızın bedeli çok ağır olacak...