Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 11: “Hafız Esed, aile üyelerinden çabuk etkilenirdi. İlişkimiz bazen kopma noktasına gelirdi”

Savunma Bakanı Hafız Esed (ortada), Başbakan Nureddin el-Atasi (solda) ve Baas Lideri Salah Cedid. (Şarku’l Avsat)
Savunma Bakanı Hafız Esed (ortada), Başbakan Nureddin el-Atasi (solda) ve Baas Lideri Salah Cedid. (Şarku’l Avsat)
TT

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 11: “Hafız Esed, aile üyelerinden çabuk etkilenirdi. İlişkimiz bazen kopma noktasına gelirdi”

Savunma Bakanı Hafız Esed (ortada), Başbakan Nureddin el-Atasi (solda) ve Baas Lideri Salah Cedid. (Şarku’l Avsat)
Savunma Bakanı Hafız Esed (ortada), Başbakan Nureddin el-Atasi (solda) ve Baas Lideri Salah Cedid. (Şarku’l Avsat)

Suriye’nin eski Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam, Şarku’l Avsat tarafından yayınlanan anılarının on birinci ve son bölümünde Suriye'de 1966-1970 yılları arasında Savunma Bakanı Hafız Esed ile ‘Baas" Yardımcı Genel Sekreteri Salah Cedid arasındaki iktidar mücadelesinin ve partinin yönetime gelmesinin aşamalarını tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor. Ayrıca Esed’in ‘mesajlarını’ Cedid ile müttefik olan Başkan Nureddin el-Atasi'ye iletmedeki rolünü aktarıyor.
Haddam, söz konusu döeneme ilişin anılarında 1970 yılının kasım ayında Esed’le görüşmek için Ordu Komutanlığı’na gittiğini söylüyor:
Ordudaki parti şubelerinin sekreterlerini durumu açıklamak üzere Atasi’ye göndermeyi önerdim. Çünkü General Salah Cedid'in halen ordunun gücüne sahip olduğuna inanılıyor olabilir (...) Atasi’nin evine gittiler. Onları kabul etti. Kriz hakkında görüştüler. Onları partiden ihraç etme kararı ile şoka uğrattı ve ‘Partinin Genel Sekreteri olarak sizleri ihraç ediyorum’ dedi. Yanından ayrılıp durumu Esed’e bildirdiler. O gün aralarında Cedid, Atasi ve Bakun’un da bulunduğu bölgesel yönetiminin üyeleri tutuklandı. Böylece bir aşama sona erdi ve yenisi başladı. Akşam bir grup Baas lideri olarak Kurmay General Esed’in ofisinde toplandık. Ahmed el-Hatib'i Devlet Başkanı, General Esed'i de başbakan olarak seçme konusunda anlaştık. Ertesi gün bakanların isimlerini belirlemek için bir toplantı planladık.
Esed'in tutumundaki değişikliklere de değinen Haddam sözlerini şöyle sürdürüyor:
Esed, sözlerinin doğru olduğunu ve her söylediğinin uygulanması gerektiğini düşünüyordu. Ailesine karşı duyarlıydı. Her zaman doğru yolda yürüdüğüne inanır ve bir öneride bulunursa geri adım atmazdı. İktidardaki Baas partisinin bölgesel başkanlığı 23 Şubat 1966’da ulusal liderlikle mücadelesini sonlandırmasının ardından ülkeyi kontrol altına aldı ve radikal Stalinist bir yaklaşım benimsedi. Partinin, özgürlük ve demokrasi çağrısı yapan temel ilkelerini terk ettiler. Bu yaklaşım, Suriyelilerin çoğunluğunun partiye ve rejime düşmanlık beslemesine ve ulusal ekonominin gerilemesine yol açtı. Rejim, ülkeyi kontrol altına almak için baskı uygulayıp gözaltılar gerçekleştirdi. O dönemde çeşitli illerden Baasçılar küçük gruplar oluşturdular. Ben de aralarındaydım. Meselenin parti başkanlığına sızmaması için doğrudan temas kuruluyordu.
O dönemde her biri parti şubesinin genel sekreteri olan Abdullah el-Ahmar ve Nebih el-Hassun’u ve Çalışma Bakanı Muhammed Rabah et-Tavil’i ziyaret ettim. Ziyaret sırasında et-Tavil, liderliğe karşı el-Ahmar ve Nebih Hassun'un da katıldığı bir saldırı kampanyası başlattı. Ben sessiz kalıp ara sıra Bakan’a eleştirilerde bulundum ve şunları sordum: “Neden bizime birlikte yönetimi hedef alıyorsunuz? Neden görüşlerinizi toplantılarda ifade etmiyorsunuz?”
Birkaç gün sonra bizi soruşturmak üzere bir parti komitesi kuruldu. Bu atmosfer bizi ve diğerlerini partiyi kurtarmak için bir çıkış yolu aramaya itti.
1968 yılında Şam yakınlarındaki Yafur’da parti için ulusal bir konferans düzenlendi. Konferansın askeri komitesinde Savunma Bakanı Hafız Esed, Suriye, Ürdün ve Irak'tan oluşan bir askeri cephe kurma projesi önerdi. Parti başkanlığı, ‘ABD ajanı’ olduğu gerekçesiyle Ürdün’le anlaşmaya izin verilmediği yanıtını verdi. İki ülke arasındaki mevcut gerilimler nedeniyle Irak ile iş birliği yapmayı da kabul etmedi. Esed, konferanstaki oturumlar bitmeden önce İsrail ile çatışmanın ‘Suriye ile değil, daha çok tüm Araplar arasında bir olduğu’ da dahil olmak üzere rejimin tutumlarıyla çelişen görüşler dile getirdi. Bu nedenle Arap ülkeleriyle aralarındaki anlaşmazlıkların üstesinden gelinmesi ve onları çatışmaya dahil etmeye çalışılması gerektiğini ifade etti. Sonra orduyla birlikte geri çekildi ve konferans durdu.
İbrahim Makhous müdahalede bulundu. Devlet Başkanı Nureddin el-Atasi, Parti Genel Sekreteri Salah Cedi ve Savunma Başkanı Esed’i konumlarını değiştirme, Esed’in Savunma Bakanlığı’nı bırakıp Başbakan olması konusunda ikna etmeye çalıştı. Ancak Esed bu teklifi kabul etmedi. İki liderlik arasında kampanyalar hız kazandı. Bu aşamada Esed ile aramızda temaslar oldu. İktidara katılımları ve baskı yaklaşımını değiştirmeleri hakkındaki kanaatlerimizi halka iletme konusunda anlaştık.
1968 yılının sonlarında Şam’daki askeri tiyatroda olağanüstü bölgesel bir konferans düzenlendi. Konferansta ikiye ayrılındı: Çoğunluk bölge yönetimi ile buna karşı çıkan azınlık. Konferansta uzun bir konuşma gerçekleştirdim. Söz konusu konuşmada bölge başkanlığını şiddetle eleştirdim. Partinin temel ilkeleri doğrultusunda özgürlük ve insanların katılımının garantisinin yeniden verilmesini talep ettim. Dostlardan biri sözümü keserek şunu sordu: “Daha önceki konferanslarda neden böyle konuşmadınız?”
Stalin'in ölümünden sonra iktidara gelen Sovyet Komünist Partisi Genel Sekreteri Nikita Kruşçev ile yaşanan bir olayla cevap verdim:
“Kruşçev, Stalin aleyhinde konuştu. Bunun üzerine Komünist Parti'nin bir üyesi ayağa kalktı. ‘Bunu neden Stalin hayattayken söylemedin?’ diye sordu. Genel Sekreter çok sinirlendi. Ayakkabılarını çıkarıp masaya vurmaya başladı ve ‘Bu konferansta Amerikalılar için çalışan casuslar var. Şimdi bu casusları ifşa edeceğim’ dedi. Herkes bir ölüm sessizliğine büründü. Dakikalar sonra Kruşçev ‘Neden Stalin'e saldırmadığımı anladınız mı?’ dedi.”
Konuşmamın ardından bölge başkanlığı taraftarları tarafından bir kampanyaya maruz kaldım. Konferans krize bir çözüm getirmedi. Atasi ve Esed arasında temaslar gerçekleştirildi. Bu temaslar sonucunda ulusal liderlik üyelerinin durumu yatıştırmak ve çözüm aramaya yardımcı olmak için katılım göstereceği yeni bir hükümet kurma anlamasıyla sonuçlandı. Atasi daha sonra iki grubun üyelerini bir araya getiren bir hükümet kurdu. Ben de bu hükümette Ekonomi ve Dış Ticaret Bakanı olarak görevlendirildim.
Bu hükümet ülkedeki iç krizleri ve partisel krizi çözemediği için işler daha da kötüleşti. Bölge başkanlığı son kartını oynamaya karar verdi. Esed’i parti liderliğinden ve iktidardan uzaklaştıracak kararlar almak amacıyla ulusal bir konferans çağrısı yaptı. Konferans 15 Kasım’da gerçekleştirildi.
İlk oturumda Savunma Bakanına yönelik baskılar yoğunlaştı. Bu nedenle General Naci Cemil (Esed ona Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nı devretmişti) ile bir araya geldik. Toplantıda Esed, Cemil, Muhammed Haydar, İzzeddin İdris ve ben hazır bulunduk. Konferansın durumunu ele aldık. Esed’in konferansta özgürlüklerin sağlanması, Suriyelilerin iktidara katılımı, parti özgürlüğü ve ekonomik reform için ödenek gibi Suriyelilerin coşkusunu uyandıran birçok ilkeyi barındıran bir konuşma yapmasını önerdim. Bu ilkeler üzerinde anlaştık. Ben, Haydar ve İdris konuşma metnini birlikte yazdık. İkinci oturumda Esed bu metni okudu. Ardından Yusuf Zain ve Mustafa Rüstem birer konuşma yapıp Esed’i desteklediler. Bir kaos meydana geldi. Oturum ikinci güne ertelendi. Ertesi sabah Arap üyeler ayrıldı ve konferans oturumları gerçekleştirilmedi.
Esed, beni aradı ve durumu ele almak üzere yanına gitmemi istedi. Ofisine gittim. Söze şöyle başladı: “Askeri darbe yapmak istemiyorum. Partide ve ülkede reform yapmak istiyorum.” Atasi’ye gidip durum hakkında konuşmak ve Esed’in darbe niyeti olmadığını vurgulamak üzere anlaştık. Nitekim Atasi’nin evine gittim. Dr. Mustafa Haddad yanındaydı. Savunma Bakanı’nın bana söylediklerini anlattım. Kendisine “Parti Genel Sekreteri sizsiniz. Sizden istenen krizi sona erdirmek için çalışmaktır” dedim. Bana gergin bir şekilde cevap verdi: “Kriz, Esed ve beraberindeki subaylar ülkeden ayrılmadıkça sona ermez.” Ben de “Böyle bir kararın mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?” diye sordum. Başka bir çözümün olmadığını söyledi. “Çözüm arayışı, sorunları askeri bir çözüme itmekten daha iyidir” dedim. Dr. Haddad beni destekledi fakat Atasi’nin düşüncesi değişmedi. Çok gergin olan Zain müdahale etti ve durumu yatıştırmaya çalıştı. Ancak gerilim kapıları kapattı.
Ordu Komutanlığı’na geri döndüm. Esed’e durumu anlattım. Çok öfkelendi. “Ne yapmak gerek?” diye sordu. Ordudaki parti şubelerinin sekreterlerini durumu açıklamak üzere Atasi’ye göndermeyi önerdim. Çünkü ordu gücünün Salah Cedid’in elinde olduğu düşünülüyor olabilirdi. Nitekim şube sekreterleri ile temasa geçildi ve uzak yerlerden özel bir jetle getirildiler. General Esed ile bir araya geldikten sonra Atasi’nin evine gidip kriz hakkında konuştular. Onları partiden ihraç etme kararı ile şoka uğrattı: ‘Partinin Genel Sekreteri olarak sizleri ihraç ediyorum’ dedi. Yanından ayrılıp durumu Esed’e bildirdiler. O gün aralarında Cedid, Atasi ve Bakun’un da bulunduğu bölgesel yönetiminin üyeleri tutuklandı. Böylece bir aşama sona erdi ve yenisi başladı.
Akşam bir grup Baas lideri olarak Kurmay General Esed'in ofisinde toplandık. Ahmed el-Hatib'i Devlet Başkanı General Esed'i başbakan olarak seçme konusunda anlaştık. Ertesi gün bakanların isimlerini belirlemek için bir toplantı planladık.
O gün Esed ile birlikte Bakanlar Kurulu’na katıldım.
İktidarı eline aldıktan sonra tüm illere ziyaretler yaptı. Bu dönemde bölge liderliği aşamasında hüküm süren sert koşullar ve hayatın çeşitli alanlarında sergilediği katı yaklaşım nedeniyle eşi görülmemiş bir şekilde karşılandı. Bu ziyaretler, Esed’in ‘halkın sevgilisi’ olduğu, istediği kararları alabildiği ve ikna olduğu işleri uygulamaya koyabileceği hissini pekiştirdi. Bunun ardından yeni bir anayasa hazırlamak için bir komite kurdu.
Haddam anılarının bu kısmında yürürlüğe konulan 91’inci maddenin devlet başkanına verdiği yetkileri ve bunun Esed tarafından nasıl kullanıldığını gözler önüne seriyor:

Bu anayasa, devlet başkanına hiçbir demokratik veya diktatör başkanın kullanamayacağı mutlak yetkilerin verilmesini içeriyordu. Rejimin doğası ve devlet yönetimindeki bazı davranışların nedenlerini açıklığa kavuşturan bazı anayasa metinlerini kayda aldım.
91’inci madde şu şekildeydi:
“Vatana ihanet hali hariç, Devlet Başkanı’nın görevlerini yerine getirirken yaptığı işlemlerden sorumlu olmayacağını belirtir. İddianame talebi, Halk Meclisi üyelerinin gizli oturumda en az üçte birinin önerisine ve Halk Meclisinin bir kamuoyuyla ve Meclis üyelerinin üçte iki çoğunluğunun özel olarak alacağı bir karara dayanacaktır. Davası sadece Yüksek Anayasa Mahkemesi'nde görülecektir.”
Bu madde devlet başkanının açık olsa bile vatana ihanetle suçlanamayacağını ortaya koyuyor. Çünkü konulan şartlar, suçlamanın imkansız olduğunu gösteriyor. İktidardayken diktatör bir başkanı kim suçlamaya cüret eder?
92’inci maddeye göre devlet başkanı, bu anayasada öngörülen sınırlar dahilinde halk adına yürütme yetkisini kullanıyordu. Yani kendisini Suriye halkının yerine koydu. Bu, yaptığı her şeyin, halkın bu işi onaylamasının bir ifadesi olduğu anlamına gelir. Herhangi bir demokratik ya da totaliter ülkenin anayasasında böyle bir yetki yoktur. Çünkü yetki yasama organına aittir ve devlet başkanı dünyadaki hiçbir anayasada böyle bir yetki hakkına sahip değildir (...).
Kendisini demokratik bir devlet olarak gören hiçbir ülkede devlet başkanına bu tür yetkiler veren bir hüküm yoktur. Esed'in hüküm sürdüğü otuz yıllık süreçte ve anayasanın verdiği yetkiler dahilinde halkın acısı ve baskı arttı. Anayasal yetkilerini vatandaşları terörize etmek ve sindirmek için kullandı. Suriye, özgürlüğün olmadığı ve korkunun hakim olduğu bir döneme tanık oldu. Ülke, polis devletine dönüştü. Başta 8 Mart 1963 tarihinde iktidara gelen beş yıllık Askeri Komite üyelerinden Salah Cedid olmak üzere, Baasçılardan çok sayıda insan cezaevlerinde öldü. Kendisi Parti Genel Sekreteri Yardımcısı’ydı. Sertliği ve ahlaklı davranışlarıyla bilinirdi. Akrabalarının hiçbirinin devlet işlerine karışmasına izin vermedi (...)
Devlet ve partinin sorunu, Esed’in sözlerinin doğru olduğuna ve söylediklerinin yerine getirilmesi gerektiğine inanmasıydı. Konuşmaları değerler ve ideallerle doluydu ancak gerçek bunun tam tersiydi. Aile üyelerinden çabuk etkilenirdi. Anayasada öngörülen ‘demokratik cumhuriyeti’ diktatörlüğe dönüştürdü. Halk ve partinin rolünü etkisiz hale getirdi. Doğru yolda olduğuna inandığı bir fikir ileri sürdüğünde bundan geri adım atmazdı.
Haddam anılarının bundan sonraki bölümünde söz konusu dönemin aktörleriyle nasıl tanıştığını ve ilişikilerini anlatıyor:
Hafız Esed’i 1940’lı yılların sonlarında henüz bir öğrenci olduğu dönemde tanıdım. Askeri komitenin tüm üyelerini; Muhammed İmran’dan Salah Cedid’e, Abdulkerim el-Cundi’ye ve Ahmed el-Emir’e kadar hepsiyle o dönemde tanıştım. Hepsi fikir ve davranışlarında Esed’den farklıydı.
Salah Cedid ile sınıf arkadaşıydık. Ailelerimiz arasında dostane ilişkiler mevcuttu. Bunları, partinin iktidarı ele geçirmesinde rol oynayan Cedid ve Esed arasındaki farkı ortaya koymak için anlatıyorum.
Cedid’in davranışları dürüst ve adildi. Bu konuyla ilgili şu olayı anlatmak istiyorum:
Annesi, Lazkiye’deki evimde beni ziyaret etti. Benden oğlu Salah’la konuşup muhtaç durumdaki damadı Hasan Mahluf’a bir iş vermesini söylememi istedi. Gerçekten de birkaç gün sonra Şam’da işim vardı. Cedid’i aradım, beni evinde yemeğe davet etti. Yemekten sonra ona “Sana annenden bir mesaj getirdim” dedim. Annesinin talebini ilettim. Öfkelenip, “Prensiplerimin dışına çıkamam. Konumumun gerektirdiği davranışların dışına çıkamam. Açlığından ölse bunu yapmam” dedi. Ona, “ülkenin ekonomik kurumlarından birinin müdürü Sayın Adil es-Saadi ile Lazkiye Limanı’nda görevlendirilmesi için görüşebilirim” dedim. “Bunu yapmayacağız. Çünkü göreve getirilirse, insanlar müdahale ettiğimi söyleyecekler. Saadi onu görevlendirirse, onu görevden almak için çalışırım” yanıtını verdi.
Haddam günlüğünün bu kısmında Esed ve Lübnan meselesine ilişkin tutumuna ilişkin ayrıntıları aktarıyor:
Esed ile ilişkilerim bazen iyi bazen ise gergindi. Bir ara tamamen kopma aşamasına geldik. Bu Refik Hariri’nin Lazikiye’de benimle yaptığı görüşmenin ardından 1992 yılında Esed’in kararı ile başbakanlığa aday gösterilmesinden sonra oldu. Söz konusu görüşmede Hariri'nin hükümeti kurmasının Suriye ve Lübnan'ın çıkarına olduğu konusunda hemfikirdik.
Hariri, Lübnan hükümetini kurmakla görevlendirildikten sonra ne istediğimizi, Lübnan hükümeti için adaylarımız olup olmadığını öğrenmek için Şam'a geldi. Meseleyi Esed’e sundum. Benden, Genelkurmay Başkanı Hikmet eş-Şihabi ve Lübnan Askeri Güvenlik Şube Başkanı Gazi Kenan’dan bir komite oluşturmamızı ve isimler konusunda anlaşmak üzere Hariri ile bir araya gelmemizi istedi. Nitekim benim evimde toplandık. Üzerinde konuşup tartışmak üzere kalabalık bir isim listesi oluşturduk.
Tartışmaya başladık ve ne zaman bir isim üzerinde anlaşsak telefonu elimize alıp Esed'e bildiriyorduk. Komite üyelerinin her birinin görüşünü kendisine bildirdim ve tüm isimler üzerinde anlaştık. İsimler arasında Belediye ve Köy İşleri Bakanı olarak belirlediğimiz Süleyman Tony Franjiye de vardı. Esed de bunu kabul etti.
Refik Hariri isimleri Beyrut'a götürdü ve Sayın Nebih Berri’ye ve Cumhurbaşkanı’na gösterdi. Ardından isimler onaylandı.
İsimlerin onaylanmasının ertesi günü Esed sabah saatlerinde beni arayıp öfkeli bir sesle “Devletin çıkarına değil, kendi çıkarların için çalışıyorsun” dedi. Çok sinirlendim ve öfkeyle “Ben kendi çıkarım için çalışmıyorum. Süleyman Franjiye'yi Belediye İşleri Bakanı olarak görevlendirdik (...) İtibarınızı ve ülkenin itibarını korudum” dedim.
Konuşma sona erdikten sonra bir aydan fazla bir süre birbirimizle konuşmadık. Bir müddet sonra beni arayıp “Sen kimseyi özlemez misin?” dedi. Ben de “Devlet Başkanı sensin, randevuları sen verirsin” diye cevap verdim. Bunun üzerine “Akşam sekizde seni bekliyorum” dedi.

Haddam: 1967 savaşına vatana ve orduya sadakat göstermedik
‘Haziran yenilgisi’ bölge ve devletlerin, özellikle de Maşrik ülkelerinin tarihi için geçici bir olay değildi. Bu yenilgi, Arap-İsrail çatışmasının seyrinde büyük bir değişikliğe yol açtı. Bu savaş ve nedenleri hakkında çok şey söylendi, çok sayıda soru ve suçlama vardı. Bu sorulardan bazıları şöyleydi: İsrail; Suriye, Mısır ve Ürdün olmak üzere üç Arap ülkesiyle savaşında nasıl başarılı oldu?
1948 Arap-İsrail savaşından bu yana söz konusu tehlikeli olayları takip ederek bu konuya eğilmeyi kendime vazife bildim. Bu yenilginin nedenlerinin şunlar olduğu sonucuna vardım:
*Arap ülkeleri, ‘Nekbe’nin nedenlerini ve Arap pozisyonundaki zayıflık faktörlerini incelemek için henüz ‘Filistin Nekbesi’ne yönelik önlemleri almadılar. Alınan karar, ‘Ortak Arap Savunma Anlaşması’nın imzalanması oldu. Bu, metni açısından iyi bir anlaşmaydı. Ancak Batı ülkelerinde Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'nde (NATO) ve Doğu Avrupa ülkelerinde Varşova Paktı'nda meydana gelenlere benzer şekilde kurumlarını ve araçlarını kuramadığı için askıda kaldı.
*Arap arenasında bölünmeler ve iki siyasi bloğun oluşumu: İlki; Suudi Arabistan Krallığı, Mısır ve Suriye'yi kapsıyor. İkincisi; Irak ve Ürdün’ü. Irak'ın, İngiltere'nin himayesi ve katılımıyla İran, Türkiye ve Irak'tan oluşturulan ‘Merkezi İttifak’a katılmasının ardından durum daha da şiddetlendi. ‘Merkezi ittifak’ oluşumunun amacı Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu ülkelerine sızmasını önlemekti.
*Suudi Arabistan Krallığı, Mısır ve Suriye'den oluşan blok bir savunma yapısı oluşturmadı.
*ABD ve Batı ülkelerinin İsrail'e kucak açtığı, ona mali ve askeri yardım sağladığı bir zamanda Arap ülkeleri, topraklarını korumalarına ve kendilerini savunmalarına imkan verecek askeri yardımı onlara sağlayan müttefiklerden yoksundu.
Sovyetler Birliği’nin 1955’te Şükür el-Kuvvetli’yi Moskova’yı ziyarete davet etmesi, Mısır’da olduğu gibi Suriye ile de bir silah anlaşmasına yol açtı. Ancak iki ülke, Sovyetler ile ilişkilerinin niteliğini belirleyerek İsrail'in aldığına eşdeğer askeri bir destek almalarını sağlayacak sağlam bir karar çıkartamadı. Çünkü iki ülke dostluk sınırlarında durdu. Bazı Arap ülkelerinin ve Batı'nın uygulayabileceği baskı nedeniyle ittifak aşamasına geçmeye cesaret edemediler. Söz konusu iki ülke böyle bir karar almış ve Sovyetler Birliği ile müzakere etmiş olsaydı doğru olanı yapmış olmaları muhtemeldi.
*Bir diğer önemli neden, iki ülkenin orduyu, vatana bağlılıktan rejime bağlılığa dönüştürme kararıydı. Bu karar, iki ülkede çok sayıda subayın terhis edilmesine yol açtı. Suriye'de "Baasçılar", "Baas" ı iktidar ve karar konusunda tek başına duran totaliter bir partiye dönüştürerek büyük bir hata yaptılar. Bu, Mısır, Suriye ve Irak arasında üçlü anlaşmanın imzalandığı sırada "Nasırcı" subayların terhis edilmesine yol açtı. Bu anlaşma üç ülke arasında bir birliği de içeriyordu.
Silahlı kuvvetlerin kontrolüne giren Askeri Komite, aynı zamanda Tümgeneral Ziyad Hariri ve Suriye ordusundaki arkadaşlarının yanı sıra çok sayıda ‘Baasçı’ olmayan subayı ‘gerici’ olmakla suçlayarak terhis etti. Böylelikle orduda bir yandan yetkili subaylar görevden alındı, diğer yandan yedek subaylar ‘Baasçı’ oldukları için güvenilir oldukları varsayılıp askere çağrılmışlardı.
Ayrıca parti yönetimi, özellikle Arap ülkeleri ile iç ve dış ilişkilerinde katı bir yaklaşım benimsedi. Bu da onu tecrit etmelerine yol açtı. İsrail'in Mısır, Suriye ve Ürdün'e yönelik 5 Haziran 1967 tarihli saldırısı işte bu koşullarda gerçekleşti.

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 1: ‘Esed, Irak muhalefetine sahte vaatlerde bulunmayı önerirken Hatemi bir Kürt devletine karşı uyarı yaptı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 2: ‘Esed fikrini değiştirdi, Lahud’a verdiği süreyi uzattı. Suriye uluslararası iradeyle çarpıştı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 3: ‘Hariri, Canbolat’ın teklifi üzerine bizimle bir araya geldi. Hafız Esed kendisini sınadı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’

Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 7… Rafsancani’den Saddam'a: ‘Arap milliyetçiliğinden bahsediyorsunuz ama Kuveyt’in işgal edilmesine karşı çıkmamızı eleştiriyorsunuz’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 8: Arafat Filistin, Lübnan ve Suriye’ye komplo kurdu

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 9: Suudi Arabistan, İsrail-Suriye füze ​​krizinin çözümünde önemli rol oynadı

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 10: ‘Humeyni ile tanışan ilk ve son Suriyeli yetkili bendim’

 


Ateşkesin zorlu eşiği: Silahsızlanma maddesi ABD–İsrail–Hamas üçgenini kilitliyor

TT

Ateşkesin zorlu eşiği: Silahsızlanma maddesi ABD–İsrail–Hamas üçgenini kilitliyor

Ateşkesin zorlu eşiği: Silahsızlanma maddesi ABD–İsrail–Hamas üçgenini kilitliyor

İsrail, ABD Başkanı Donald Trump’ın ekimde ilk aşaması uygulamaya giren Gazze ateşkes planı kapsamında Hamas’ın tamamen silahsızlandırılması şartında ısrarını sürdürüyor. Şarku’l Avsat’ın edindiği bilgilerle Tel Aviv, Hamas’ın uzun süreli bir ateşkes karşılığında silahların “dondurulması” yönündeki önerisini reddetti.

Fransız Haber Ajansı AFP bugün (Perşembe) konuşan bir İsrailli yetkili, “20 maddelik plan çerçevesinde Hamas’ın geleceği yok; örgüt silahsızlandırılacak” dedi. Aynı yetkili, “Gazze tamamen silahtan arındırılmış olacak” ifadelerini kullandı.

Bu açıklamalar, Hamas’ın yurtdışı siyasi büro şefi Halid Meşal’in Al Jazeera’da yayımlanan röportajında, “Direnişin tamamen silahsızlanması kabul edilemez. Silahların dondurulması veya muhafaza edilmesi gibi seçenekler tartışılıyor” sözlerinin ardından geldi.

y
Hamas lideri Halid Meşal (X)

İsrail Ordu Radyosu da Tel Aviv’in “Gazze’nin tamamen silahsızlandırılması” talebini yinelerken, ABD ile konuya dair “sürekli koordinasyon” yürütüldüğünü aktardı.

10 Ekim’de yürürlüğe giren ateşkes anlaşması, Hamas ve diğer silahlı grupların silahsızlandırılmasını öngörüyor.

ABD yönetimi son günlerde daha esnek bir yaklaşım sergiliyor

Hamas’ın üst düzey bir kaynağı, Şarku’l Avsat’a konuşarak Trump yönetiminin silahsızlanma vurgusunu sürdürmekle birlikte, son dönemde arabulucular ile hareket arasında dolaşan bazı önerilere “daha açık” bir tutum sergilediğini belirtti.

Aynı kaynak, “Hareketin sunduğu ve arabulucuların geliştirdiği çeşitli fikirler var. Hâlâ farklı taraflarca iletilen yeni formüller tartışılıyor; amaç ikinci aşamaya geçişi hızlandırmak” dedi.

Bu beklenti, ABD’nin son açıklamalarıyla çelişiyor. ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Mike Waltz, İsrail Cumhurbaşkanı İsaac Herzog’la görüşmesinde, Washington’un “Hamas’ın kendini yeniden inşa etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

f
ABD'nin Birleşmiş Milletler Büyükelçisi Mike Waltz (AFP)

Hamas kaynakları, temasların sürdüğünü ve sürece dair “her zamankinden daha ciddi bir irade” oluştuğunu ifade ediyor. Hareket, silahların korunması, depolanarak “dondurulması” veya bir Arap ya da İslam ülkesinin gözetimine devredilmesi gibi formüllerin değerlendirilebileceğini düşünüyor.

Hamas içerisinden bir başka kaynak, arabulucuların “silahsızlandırma, uluslararası güç konuşlandırılması ve Gazze’nin yönetimi gibi konularda ABD ile geniş bir anlayış zemini yaratabileceğini” belirtti.

Meşal, “silahtan arındırma değil dondurma” önerisini anlatırken, “İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının tekrarlanmayacağına dair sağlam garantiler sağlayacak bir çerçeve oluşturmak istiyoruz” dedi.

“Filistin yönetiminin rolü”

İsrail, Hamas’ın elindeki son İsrailli rehinenin naaşı teslim edildikten sonra planın ikinci aşamasına geçilmesinde ısrar ediyor. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, geçişin “yakın” olduğunu belirtti ancak “Gazze’nin silahsızlandırılması gibi zorlu dosyalar bulunduğunu” ifade etti.

sdfrg
Filistin Ulusal Güvenlik Kuvvetleri'ndeki Özel Harekat Birimi 101 (Ulusal Güvenlik web sitesi)

Tartışmalar sürerken, Filistin yönetimi ise Gazze’de tam yetki devrinde ısrar ediyor. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, son günlerde Arap, İslam ve Avrupa liderleriyle temaslarında yönetimin Gazze’de sorumluluk üstlenmeye hazır olduğunu vurguladı.

Hamas, bu pozisyona kamuoyu önünde yanıt vermese de, hareketin üst düzey bir kaynağı Şarku’l Avsat’a yaptığı değerlendirmede, “Filistin yönetiminin Gazze’de sorumluluk üstlenmesine karşı değiliz; ancak bunun ulusal bir uzlaşı programına dayanması gerekir” dedi.

Kaynak, “İsrail’in Gazze’de Filistin yönetiminin herhangi bir rolünü reddettiğini ve bu engelin aşılması için uluslararası baskıların devrede olduğunu” belirtti.


Irak'ta PKK kontrolündeki bölgelere yönelik çekişme

PKK'nın Türkiye'den tamamen çekildiğini açıkladığı Kuzey Irak'taki Kandil bölgesinde düzenlenen törende bir PKK militanı, 26 Ekim 2025 (AFP)
PKK'nın Türkiye'den tamamen çekildiğini açıkladığı Kuzey Irak'taki Kandil bölgesinde düzenlenen törende bir PKK militanı, 26 Ekim 2025 (AFP)
TT

Irak'ta PKK kontrolündeki bölgelere yönelik çekişme

PKK'nın Türkiye'den tamamen çekildiğini açıkladığı Kuzey Irak'taki Kandil bölgesinde düzenlenen törende bir PKK militanı, 26 Ekim 2025 (AFP)
PKK'nın Türkiye'den tamamen çekildiğini açıkladığı Kuzey Irak'taki Kandil bölgesinde düzenlenen törende bir PKK militanı, 26 Ekim 2025 (AFP)

Rüstem Mahmud

Türkiye ile PKK arasındaki “barış süreci” çerçevesinde atılan ilk pratik adımda, PKK, Kürdistan Bölgesi'ndeki Duhok şehrinin kuzeydoğusunda bulunan Zap bölgesinden savaşçılarını çektiğini açıkladı. Bu adım, yıllarca süren ve yüzlerce can kaybına, yüzlerce köy ve kasaba sakininin diğer bölgelere kaçmasına, çevre, altyapı ve hizmetlerde geniş çaplı yıkıma neden olan neredeyse günlük çatışmaların ardından, iki taraf arasındaki savaşın en hassas bölgelerinden birindeki askeri çatışmalara son verdi.

Yine bu adım, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile federal Irak hükümeti yönetimi altındaki bölgelerde PKK savaşçıları tarafından onlarca yıldır kontrol edilen beş büyük coğrafi alanın siyasi, güvenlik ve ekonomik geleceğiyle ilgili son derece karmaşık bir dosyanın da kapağını açtı. Bahsi geçen Zap bölgesine ilave olarak, PKK militanları Türkiye ve İran ile sınır üçgeninde yer alan Kandil Dağları ile Erbil şehrinin kuzeydoğusunda, Sidekan kasabası yakınlarındaki Bradost Dağları'nı kontrol ediyor. PKK'ya bağlı gruplar ayrıca, Ninova (Musul) şehrinin kuzeybatısında yer alan Sincar ilçesini ve Erbil şehrinin güneyinde yer alan Mahmur ilçesindeki Türk-Kürt mülteci kampını da kontrol ediyor.

Şiddet döneminin sonu

Mecelle, PKK'nın militanlarının geri çekildiğini açıkladığı bölgedeki birçok köyü ziyaret etti ve kalan az sayıdaki sakinleriyle görüştü. Köylüler, bölgelerinin birkaç haftadır olağanüstü bir sakinlik yaşadığını vurguladı. Binlerce PKK militanının nereye gittiği konusunda bilgi sahibi olmadıklarını ifade eden sakinler, askeri üslerin ve Türk ordusuna ait kontrol merkezlerinin boşaltılması da dahil olmak üzere herhangi bir olağandışı faaliyete tanık olmadıklarını belirtti.

Söz konusu bölge, Duhok şehri sınırları içinde yer alıyor ve doğuda Şeladize, batıda Batufa kentleri arasında dikdörtgen bir şekilde uzanarak kuzeyde Türk sınırına kadar ulaşıyor. Yaklaşık 90 kilometre uzunluğunda ve 20 ila 40 kilometre genişliğinde olan bu bölge, son derece engebeli Karadağ’ın etrafında yoğunlaşıyor. Türk ordusu, 35 yıl boyunca bu bölgeyi kontrol altına almaya çalıştı; önce bir dizi hava saldırısı ve kara harekâtı düzenledi. Buradan dağ sıralarının geri kalanına, PKK’nın merkezi yapısının, askeri komutasının ve üst düzey yöneticilerinin bulunduğu Kandil Dağları'na doğru ilerlemeyi hedefledi. Ancak, bilhassa PKK militanlarının son yıllarda Türk ordusu mevzilerine yönelik bir dizi saldırı düzenleyen küçük, mobil gruplar stratejisini benimsemesinden sonra bunu başaramadı.

ABD merkezli Kürt Toplumsal Barış İnşa Ekipleri’ne (CPT) göre, Türkiye’nin çeşitli bölgelerde 139 askeri üs ve kontrol noktası bulunuyor. Burada, yalnızca geçen yıl içinde PKK militanları ile 5 binden fazla çatışma ve saldırı yaşandı. Ancak, engebeli arazi ve PKK'nın dağlarda tahkim edilmiş ve karmaşık bir altyapı kurabilmesi, Türk ordusunun hedeflerine ulaşmasını engelledi.

Üç ülke arasındaki kaçakçılığın geçiş güzergahı olan bölge, bu geçiş güzergahlarını kontrol etmeye yönelik bir anlaşmaya varılmasını da gerektirecektir. Ancak Türkiye, hiçbir silahlı örgütün bölgeye geri dönmemesini sağlamak için bölgedeki varlığının sürekli olmasını talep edecektir

IKBY’den bir siyasi kaynak, geri çekilen PKK savaşçılarının IKBY’nin kontrolündeki bölgeler üzerinden PKK'nın kontrolündeki diğer bölgelere geçiş yapmış olabileceğini reddetti. Şunu da ekledi: “PKK militanlarının konuşlandığı çeşitli bölgeler arasında engebeli dağ geçitleri var ve bu nedenle istedikleri gibi hareket edebiliyorlar. IKBY için sadece şu iki husus önemlidir: Birincisi, vatandaşlarımızın normal hayatlarına dönebilmeleri, hükümetimizin kalkınma ve hizmet planlarını uygulayabilmesi için tüm bölgelerin PKK militanları veya Türk ordusu gibi herhangi bir yabancı askeri varlıktan arındırılması. İkincisi, şiddeti sona erdirmek için iki taraf arasında olumlu arabulucular olarak hareket etmemiz. Türkiye komşu bir ülke ve içindeki Kürt sorunu Kürdistan Bölgesi'nin çıkarlarını ve ulusal güvenliğini etkiliyor.”

Zorlu coğrafyalar

Fırat Çalışma Merkezi'nde güvenlik meseleleri araştırmacısı olan Velid Celili Mecelle’ye verdiği röportajda, Irak içinde PKK tarafından kontrol edilen bölgelerle ilgili hassasiyetleri ve her iki tarafın da bu bölgelerle ilgili yaptığı hesapları ayrıntılı bir şekilde açıkladı. Bu bölgeler üzerinde ister Kürtler arasında ister Irak içinde ve hatta bölgesel düzeyde, siyasi ve güvenlik temelli rekabetlerin yaşanacağını öngördü. Çünkü ona göre bunlar, belirli güvenlik ve siyasi özelliklerin yanı sıra, bu bölgelerdeki yerel topluluklar veya çevredeki sosyal ve siyasi coğrafya ile kurulan ve biriktirilen ilişki ağlarına sahip, son derece benzersiz ortamlardır.

vc
PKK’nın Türkiye'den tamamen çekildiğini açıkladığı 26 Ekim 2025'te Kuzey Irak'ın Kandil bölgesinde düzenlenen bir tören sırasında PKK'nın tutuklu lideri Abdullah Öcalan’a ait bir görsel (AFP)

Araştırmacı Celili sözlerini şöyle sürdürüyor: “Duhok ve Erbil şehirlerindeki dağlık bölgeleri, özellikle Bradost Dağı ile Karadağ arasındaki alanı ele alırsak, bu alan şehrin üçte ikisinden fazlasını kaplıyor. Dolayısıyla, bu alan IKBY’nin egemenliğine geri döndüğünde, bu iki şehirde önemli bir etkiye sahip olan Bölgesel Yönetim ve özellikle de Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) için önemli bir itici güç olacaktır. Buna ilave olarak, bu bölge Türkiye ile olan sınır üzerinde tam kontrol sağlayacak ve böylece iki ülke arasındaki sınır ötesi çatışmanın sona ermesi için bir emniyet supabı görevi görecektir. Bu çatışma, on yıllardır tüm Türk müdahaleleri ve yaşanan çatışmalar için bir meşruiyet kaynağı oluşturdu. Şimdiden Bağdat'tan, Irak ordusunun ve merkezi güvenlik güçlerinin PKK savaşçıları ile Türk ordusunun ayrılmasından sonra boşalacak alanı kontrol etmesine olanak tanıyan ikili bir anlaşma için ara sıra çağrılar duyuyoruz. Bunun Türkiye için bir garanti ve merkezi otoritenin doğal hakkı olduğunu savunuyorlar. Ancak bu durum, coğrafi alanın IKBY’nin federal egemenliği altında olduğunu vurgulayan Bölgesel Yönetim tarafından kabul edilebilir değil.”

Bu durum, elbette, bölgenin iki ülke arasındaki sınır noktalarını korumak ve denetlemek için Irak Ordusu’na bağlı sınır muhafız birliklerinin varlığını kabul etmesiyle çelişmiyor; ancak bu da söz konusu konuları düzenleyen, sınır muhafız birliklerinin üyelerinin sınır illerinden olması gerektiğini öngören anayasal norm ve prosedürlere uygun olmalı.

 Uzman araştırmacı, bu mekanizmaya göre geri kalan alanlarla ilgili açıklamalarını şöyle sürdürüyor: “Kandil Dağları bölgesi, güvenlik açısından en karmaşık bölgedir. Çünkü PKK'nın on yıllar boyunca kurduğu altyapı, Türkiye, Irak ve İran arasında bir çekişme noktası olacaktır. Ayrıca, üç ülke arasındaki karmaşık sınır üçgeni, sınırlarının belirlenmesi ve bu sınırlar içindeki coğrafi müdahalelerin yeniden düzenlenmesi için siyasi bir anlaşma gerektirecektir. Ancak en önemlisi, üç ülke arasındaki kaçakçılığın geçiş güzergahı olan bölge, bu geçiş güzergahlarını kontrol etmeye yönelik bir anlaşmaya varılmasını da gerektirecektir. Ancak Türkiye, hiçbir silahlı örgütün bölgeye geri dönmemesini sağlamak için bölgedeki varlığının sürekli olmasını talep edecektir. Zira Kandil Dağları, 1960'ların başından beri çeşitli Kürt silahlı hareketlerinin merkezi oldu ve bu ülkeler burayı, kendilerine radikal bir şekilde karşı olan herhangi bir siyasi akımı cezbedebilecek bir model olarak görmektedir.

PKK’nın yakın gelecekte boşaltacağı alanların yeniden şekillendirilmesi sürecini takip edecek iki önemli konu daha var. Yıkılan ve boşaltılan binlerce köyün yeniden inşası ve yerinden edilmiş kişilerin geri dönüşünü teşvik etmek için muazzam bütçeler gerekiyor

Ninova (Musul) şehrinin kuzeybatısındaki Sincar ilçesine gelince, bu öncelikle siyasi bir mesele. IKBY hükümetinin 2020 yılında Bağdat hükümeti ile imzaladığı anlaşma, yıllardır ilçeyi kontrol eden PKK ile bağlantılı Sincar Direniş Birlikleri'nin (YBŞ) varlığı nedeniyle uygulanmadı. YBŞ, DEAŞ terör örgütü tarafından korkunç bir soykırıma uğrayan Yezidi topluluğu içinde toplumsal tabanların desteğine sahip olduğunu söylüyor.

sdvfgr
PKK’nın üst düzey komutanlarından Amed Malazgirt, Irak-İran-Türkiye sınırına yakın Zagros Dağları'nın bir parçası olan Kandil Dağları'ndaki bir mağarada Agence France-Presse ile yaptığı röportaj sırasında, 29 Kasım 2025 (AFP)

Dahası, bu birlikler resmi olarak Iraklı ve üyelerinin çoğu Iraklı/Yezidi vatandaşı. Dolayısıyla en azından ilçenin çevresindeki birçok bölgede konuşlandırılmış Haşdi Şabi Kuvvetleri’ne bağlı fraksiyonlar gibi burada kalma meşruiyetine sahip olduklarını iddia edecekler. Ancak İran, Suriye ve Türkiye sınırlarında yer alması nedeniyle son derece hassas ve hayati bir bölge olan bu yerde etkisini sürdürmekte ısrar edecektir. İran’ı bu konuda kendisine yakın Haşdi Şabi fraksiyonları da destekliyor. Aynı durum, on yıllar içinde derin bir toplumsal dokuya dönüşen Mahmur Kampı için de geçerli. Kampın kapatılması, öncelikle Türkiye'nin siyasi iradesiyle desteklenen olağanüstü bir insani, hukuki ve siyasi çaba gerektiriyor; aksi takdirde, mevcut süreçte yer alanların sonuçlarına katlanmak zorunda kalacağı yeni bir trajedinin kaynağı haline gelebilir.

Çevre ve haklar

PKK savaşçılarının yakın gelecekte boşaltacağı alanların yeniden şekillendirilmesi sürecini takip edecek iki önemli konu daha var. Yıkılan ve boşaltılan binlerce köyün yeniden inşası ve yerinden edilmiş kişilerin geri dönüşünü teşvik etmek için muazzam bütçeler gerekiyor. Şarku'l Avsat'ın Al Majalla'dan aktardığı analize göre bu dağlık bölgeler, Kürdistan'ın en verimli tarım alanları arasında. Aynı durum tamamen yıkılan altyapı için de geçerli. Son yirmi yılda Kürdistan'da bir tür patlama yaşayan kalkınma süreçleri dışında kalan bu bölgelerde binlerce okul, yol ve köprü yeniden inşa edilmeli. Elbette, Irak federal hükümetinden ve bu çatışmanın bir tarafı olan, bu bölgelerde açık bir yasal veya siyasi gerekçe olmaksızın bulunan Türkiye'den de bu çabaya katılmaları beklenecektir. Askeri operasyonların onlarca yangına neden olduğu, yasaklanmış ve çevreye son derece zararlı silahların kullanıldığı göz önüne alındığında, çevrenin de yıllarca bakıma ihtiyacı olacaktır.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Rusya’nın Sudan’da askeri üs kiralamasına ilişkin Mısır'ın endişelerine dair bir okuma

Sudan’ın Port Sudan Limanı’nda demirlemiş Rusya Donanması’nın bir gemisi, 27 Nisan 2021 (AFP)
Sudan’ın Port Sudan Limanı’nda demirlemiş Rusya Donanması’nın bir gemisi, 27 Nisan 2021 (AFP)
TT

Rusya’nın Sudan’da askeri üs kiralamasına ilişkin Mısır'ın endişelerine dair bir okuma

Sudan’ın Port Sudan Limanı’nda demirlemiş Rusya Donanması’nın bir gemisi, 27 Nisan 2021 (AFP)
Sudan’ın Port Sudan Limanı’nda demirlemiş Rusya Donanması’nın bir gemisi, 27 Nisan 2021 (AFP)

Amr İmam

Kahire, Hartum ve Moskova arasında 2020 yılında imzalanan anlaşmayı yeniden canlandırma çabalarını ve Port Sudan’ı Mısır'ın güney sınırında, Kızıldeniz'deki Rusya'nın en yeni deniz üssü haline getirmeye hazırlanmasını büyük endişe ve öfkeyle izliyor.

Öte yandan anlaşmayı alelacele uygulamaya koymak, zor durumdaki Sudan ordusu için tamamen anlaşılabilir bir durum. Mühimmatını ve kontrol ettiği toprakları tamamen yitirmek üzere olan ordunun artık çok fazla zamanı da yok. İç savaş, onu kenara itip Sudan'ı daha da parçalanmaya ve bölünmeye sürüklemekle tehdit ediyor. Rusya’nın Port Sudan'da edineceği deniz üssü, bu ordunun hayatta kalmak ve Sudan'ın bir bütün olarak kalmasını sağlamak için ihtiyaç duyduğu silah, eğitim ve koruma karşılığında ödenecek bedel olacak.

Moskova ise giderek artan zorluklarla karşı karşıya. Tartus'taki dayanağı sarsılan ve Türkiye'nin boğazlarını kapattığı Kremlin, artık sıcak sulara açılan yeni bir çıkış noktasına ihtiyaç duyuyor. Ancak bu gelişme Süveyş Kanalı Kızıldeniz'de Husilerin neden olduğu krizden çıkmaya çalışırken, Etiyopya ile Nil Nehri suları sorunu konusunda gerginlikler zirveye ulaşmışken, Mısır için daha kötü bir zamanda gelemezdi. Zira bu gelişme, Mısır'ın en önemli su yolu olan Kızıldeniz'i süper güçler arasındaki çatışma alanına dönüştürebilir ve sadece birkaç kilometre uzaklıkta Rusya’ya ait bir deniz üssü olması ihtimali, durumu daha da tehdit ediyor.

Hayatta kalmak için bir araç

Esasen Rusya’nın Port Sudan'da bir deniz üssü kurmak için 2020 yılında yapılan anlaşmanın yeniden canlandırılması çabası, büyük stratejik hesaplarla değil, hayatta kalma mantığıyla ilişkili. Sudan ordusu, 2023 nisanında patlak veren, yüzbinlerce kişinin ölümüne ve milyonlarca kişinin evlerini terk etmesine neden olan iç savaşta hayatta kalmak için mücadele ediyor. Düşmanı olan Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK), yabancı destekçilerden gelen bol miktarda para, asker ve silaha sahip görünüyor.

Öte yandan, ordunun mühimmatı, uçakları ve seçenekleri tükenmek üzere. Batılı ülkelerin Sudan'a 1994 yılından bu yana uyguladığı yaptırımlar, çoğu modern silah pazarının kapılarını onun yüzüne kapatmış ve Sudan ordusunu silahlanma açısından ciddi bir dezavantaja sokmuştu.

Moskova, giderek artan zorluklarla karşı karşıya. Tartus'taki dayanağı sarsılan ve Türkiye'nin boğazlarını kapattığı Kremlin, artık sıcak sulara açılan yeni bir çıkış noktasına derhal ihtiyaç duyuyor.

Rusya, Sudan'ın en eski ve en güvenilir silah tedarikçisi. Bu yüzden Sudan ordusunun mevcut silahlarının çoğu Rus yapımı.

Rusya’nın Port Sudan'daki deniz üssünü 25 yıllığına kiralaması karşılığında Moskova Sudan ordusuna, gelişmiş hava savunma sistemleri, modern savaş uçakları, büyük miktarda mühimmat ve yoğun askeri eğitim gibi ihtiyaç duyduklarını sağlayacak.

Söz konusu deniz üssü, ilki silahların bedelinin ödenmesi, ikincisi Rusya ordusunun, Sudan ordusunun savaş dönemi başkenti ve son ekonomik can damarı olan Port Sudan’a doğrudan konuşlandırılması olan iki amaca hizmet edecek.

Bu gelişme, şu anda Sudan’ın batı kesiminin çoğunu kontrol eden HDK'yı yatıştıracak ve doğuya ilerleyerek ülkenin tek büyük limanını ele geçirmesini engelleyecek mi, henüz belli değil.

Büyük bir ateş gücü desteği olmadan, Sudan ordusu birkaç ay, hatta belki de birkaç hafta içinde çökebilir. Bu yüzden Sudan ordusunun generalleri, bedeli Sudan kıyılarında çeyrek asır veya daha uzun süre Rusya’nın askeri varlığı olsa bile, Rusya’nın yardımını daha hızlı ve daha uygun maliyetli bir can simidi olarak görüyor.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve eski Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, Rusya'nın Karadeniz kıyısındaki Soçi kentinde bir araya geldi, 23 Kasım 2017 (Reuters)

Anlaşmanın onaylanmasının ardından, Rusya’nın yaklaşık 300 askeri personeli, kiralama süresi boyunca Port Sudan'da konuşlandırılacak olan nükleer enerjili deniz altıları da dahil olmak üzere dört savaş gemisini komuta etmek üzere göndermesi bekleniyor.

Moskova için böyle bir üssün kurulması son derece acil bir konu. Port Sudan’ın konumu da potansiyel alternatiflere göre daha büyük stratejik değere sahip.

Bundan tam bir yıl önce, Suriye'de Beşşar Esed rejiminin ani düşüşü, Rusya’nın Akdeniz kıyısında bulunan Tartus Limanı’ndaki askeri üssünün kaderini belirsizlik ve beklenti girdabına sürükledi.

Neredeyse iki yıl önce Türkiye, stratejik boğazları (İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı) savaş gemilerine kapattı ve böylece Rusya'nın Karadeniz filosu ile dünya okyanusları arasındaki hayati bağlantıyı fiilen kesti.

Dahası, Kremlin için krizi daha da şiddetlendiren Ukrayna saldırıları, Rus donanmasını kısmen felç etti ve olağan deniz yollarını kapattı, gemilerini uzak denizlere ulaşmak için Avrupa ve Afrika çevresinde uzun ve tehlikeli dolambaçlı yollara zorladı.

Rusya’nın Port Sudan'daki deniz üssünü 25 yıllığına kiralaması karşılığında Moskova, Sudan ordusuna, gelişmiş hava savunma sistemleri, modern savaş uçakları, büyük miktarda mühimmat ve yoğun askeri eğitim gibi ihtiyaç duyduklarını sağlayacak.

Ancak Port Sudan limanı, tek seferde büyük bir stratejik değişim getirebilir. Bu limanın rolü, Rus gemileri için bir demirleme yeri olmakla sınırlı kalmayacak, aynı zamanda bir onarım tersanesi, yakıt deposu ve elektronik iletişimi kesme istasyonu olarak da işlev görebilir.

Kızıldeniz’deki yeni üs, abluka altına alınması kolay olan Akdeniz'in dar deniz boğazlarından uzakta ve NATO'nun ana devriye alanlarının dışında iki katmanlı stratejik koruma ile güçlendirilecek.

Bu konum, Moskova'nın Afrika kıtasındaki ilk gerçek anlamda kalıcı deniz üssünü oluşturacak ve geçici deniz ziyaretlerini yıl boyunca sürdürülebilir bir stratejik varlığa dönüştürecek.

Ancak, potansiyel kazançlarla ilgili tüm bu konuşmaların arasında, göz ardı edilemeyecek zorlu gerçekler de var.

Ukrayna'daki savaş, Rusya'yı askeri ve ekonomik olarak tüketirken büyük miktarda mühimmat ve füze harcadı, devlet kasasını boşalttı. Fabrikaları ile tersaneleri artan talebi karşılamakta zorlanmaya başladı.

scdfr
Port Sudan'a yapılan İHA saldırısının ardından yükselen dumanlar, 6 Mayıs 2025 (AFP)

Bu açıdan bakıldığında, gerçeklik kaçınılmaz olarak “Ukrayna'da üç yıl süren acımasız savaşın ardından, Rusya sınırlarından binlerce kilometre uzakta tamamen yeni bir üs inşa etmek, donatmak ve korumak için hala yeterli mali kaynaklara, askeri teçhizata ve operasyonel rezervlere sahip mi?” sorusunu akıllara getiriyor.

Mısır'ın endişeleri

Mısır için Sudan stratejik bir komşu, güneydeki kalkanı, Nil Nehri’nin kaynağının koruyucusu ve Afrika Boynuzu'ndan gelebilecek herhangi bir kargaşaya karşı son tampon bölgedir.

Bundan dolayı Kahire, Sudan topraklarında, özellikle Kızıldeniz kıyılarında yabancı askeri varlığı, sadece ikili bir mesele olarak değil, hayati ulusal güvenlik çıkarlarına aykırı bir durum olarak görüyor.

Bu tutum, özellikle Mısır'ın sınırlarına yakın bölgelerde yabancı askeri üslerin kurulmasına karşı -neredeyse kesin bir ilke haline gelmiş olan- derin tarihi duyarlılığı göz önüne alındığında yeni sayılmaz. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Mısır, silah anlaşmaları veya ortak tatbikatlar yoluyla Rusya ile askeri iş birliğini sıcak bir şekilde karşılarken, komşularının topraklarında kalıcı yabancı askeri tesislerin kurulmasına karşı, aynı müttefik olsa bile, tutarlı bir şekilde net kırmızı çizgi çiziyor.

Tarih, Kahire'nin herhangi bir yabancı askeri varlığı reddetme konusunda ne kadar kararlı olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

2017 yılında, dönemin Sudan Cumhurbaşkanı Ömer el-Beşir, Türkiye'ye Kızıldeniz'deki Sevakin Adası’nda deniz üssü kurma hakkı tanıyan bir anlaşma imzaladığında Mısır, buna derhal ve son derece öfkeli bir tepki gösterdi.

Dışarıdan bakan gözlemcilere göre bu, Ankara ile Kahire arasındaki kronik bölgesel çatışmanın yeni bir turu gibi görünebilirdi ve bazıları bunu iki rejim arasındaki derin ideolojik farklılıkların yansıması olarak yorumladı.

Ancak Mısır'ın Türkiye'nin Kızıldeniz'deki askeri varlığına tepkisi, salt ideolojik anlaşmazlıklardan çok daha derin nedenlerden kaynaklanıyordu. Bu, düşman ya da rakip olsun, yabancı bir gücün hayati stratejik sınırlarının derinliklerinde askeri varlık kurmasına izin verme ilkesini temelden reddeden bir ülkenin içgüdüsel tepkisiydi.

frgt
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Sudanlı mevkidaşı Ali Yusuf eş-Şerif, Moskova'da düzenlenen bir toplantıda, 12 Şubat 2025 (AFP)

2020 yılında, Rusya’nın Port Sudan'da bir lojistik üssünün kurulacağına dair ciddi söylentiler dolaşmaya başladığında, Mısır Genel İstihbarat Servisi yetkilileri derhal Hartum'a giderek acil bir açıklama talep ettiler ve bu öneriyi bölgedeki yazılı olmayan kuralların açık ihlali olarak değerlendirdiler.

Bu yönetim, ilkeleri şimdi her zamankinden daha zor ve belirleyici bir sınav veriyor.

Sudan'da şiddetli iç savaş, yüz binlerce mültecinin Mısır'a akın etmesine yol açarak, ülkenin ekonomik yükünü artırdı ve güney sınırını istikrarsızlaştırdı.

Rusya’nın Sudan’ın Kızıldeniz kıyısında potansiyel bir askeri varlığı, Rusya’nın Hartum'daki iktidara doğrudan askeri koruma ve güvenlik garantileri sağlamasına olanak tanıyabilir. Bu tür güvenlik garantileri, Mısır'ın Sudan'ın başlıca hamisi ve koruyucusu olarak tarihi rolünü doğrudan etkileyebilir ve hatta bu geleneksel nüfuzuna açık bir meydan okuma oluşturabilir.

Rusya'nın güvenlik garantileri, Mısır'ın Sudan'ın başlıca hamisi ve koruyucusu olarak tarihi rolünü doğrudan etkileyebilir ve hatta bu geleneksel nüfuzuna açık bir meydan okuma oluşturabilir.

Tamamen stratejik bir bakış açısıyla, Rusya'nın Sudan'da askeri olarak konuşlanması için daha kritik bir zaman olabileceğini düşünmek zor. Küresel ticaretin yaklaşık yüzde 12'sinin geçtiği Kızıldeniz, Süveyş Kanalı gelirleri sayesinde Mısır ekonomisi için en önemli can damarı olmaya devam ediyor.

Husilerin Aden Körfezi ve Kızıldeniz'de Gazze'deki savaşla stratejik olarak bağlantılı olarak iki yıldır sürdürdüğü saldırılarının ardından, deniz seyrüseferi, ancak yeni yeni ve yavaş yavaş toparlanmaya başladı.

Bu kırılgan denkleme Rusya’nın Sudan’da kalıcı bir deniz üssünün eklenmesi, Moskova’ya Mısır’ın egemenliği ve ekonomisi için hayati önem taşıyan deniz yollarını izleme ve hatta isterse kesintiye uğratma imkânı verebilir.

Komşu ülke Cibuti, halihazırda başta ABD, Fransa ve Çin olmak üzere çok sayıda yabancı askeri üsse ev sahipliği yapıyor.

Bölgeye Rusya’nın Sudan’da kalıcı bir deniz üssü edinmesinin eklenmesi, Kızıldeniz'i gergin ama yönetilebilir bir alan olmaktan çıkarıp süper güçler arasında açık bir çatışma alanına dönüştürecek, bu da Mısır'ın kaçınmaya çalıştığı türden bir kaosa yol açacaktır.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.