Ahmed Ebu Gayt
Arap Birliği Genel Sekreteri
TT

Blinken'ın turu kapsamında çatışma yönetiminden çözüme geçiş

ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken'ın bugünlerde düzenlediği bölge turu, zamanında gelen önemli bir hareketlenmeyi temsil ediyor.
ABD yönetiminin olan bitenin ciddiyeti konusundaki farkındalığını, dünyanın bu bölgesinde barış ve güvenlik denkleminde ABD’nin rolünün önemini ve merkeziyetini yansıtıyor.
Silahlar sustuktan, bombardımanlar durduktan ve içinde bulunduğumuz ay içinde işgal altındaki topraklarda hüküm süren şiddetin azalmasından sonra, bu vesileyle bazı sonuçları ve fikirleri sunmayı düşündüm.
Bunlar, Başkan Biden göreve geldiğinden beri mevcut yönetim ekibinin Ortadoğu'ya ilk kez yaklaştığı bir zamanda hesaba katmasını istediğim özler.
İşgal altındaki Filistin topraklarında yaşanan son kriz, iki önemli gerçeği parlak ve acı bir şekilde ortaya koydu.
Bunların ilki, İsrail hükümetinin Filistinlilere sunduğu tek alternatifin, Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te bir apartheid sistemi, Gazze Şeridi'nde insanlık dışı bir abluka olduğudur.
Bu, Şeyh Cerrah mahallesinde evlerinden kovulma tehdidi altında olan ailelerin trajedisinde gerçek yüzüyle dünyaya görünen bir sistemdir.
Malum olduğu üzere bu trajedi, kontrol noktalarında, geçiş noktalarında, aşırılık yanlısı yerleşimciler, kamulaştırma tehditleri, hatta Batı Şeria'nın tüm bölümlerinin İsrail topraklarına ilhakı karşısında Filistinlilerin her gün yaşadıkları Nekbe’nin (Büyük Felaket) yalnızca bir mikrokozmosu.
İsrail’in medya alanında bu acımasız ve utanç verici gerçeği saklı tutma, kafa karıştırıp onu güzelleştirme konusundaki başarısına rağmen, son olaylar, dünyanın işgal altındaki topraklarda olup bitenleri yeniden görmesini ve onu hak ettiği tek isimle adlandırmasını sağladı: Apartheid ilkesine dayalı bir işgal rejimi. Filistinliler için Nekbe, 1948'de meydana gelen tarihi bir olay değil, her gün yeniden yaşadıkları güncel bir durum.
İkinci gerçek ise, Filistinlilerin, yaşadıkları iç sorunların ve birliklerini parçalayan bölünmenin boyutu ne olursa olsun, bugün ve gelecekte hiçbir zaman ve hiçbir koşulda bu tür ırkçı bir işgal rejimi altında yaşamayı kabul etmeyecekleridir.
Bu iki olguyu birlikte dikkatlice düşünürsek işgal altındaki topraklardaki statükonun devam etmesinin imkansız olduğu sonucuna varacağımız görüşündeyim. İsrail ne kadar bunun aksini iddia etmeye çalışırsa çalışsın, gerçek kendini açıklıyor.
Yüzeysel ve geçici bir sükunete güvenilemez.
Sorunları bağlantılı, meseleleri iç içe geçmiş bir bölgede bir sonraki patlamanın ne zaman olacağını, alacağı şekli ve ulaşacağı boyutu kimse bilemez.
İsrail işgal makamları tarafından aşırı şiddetle bastırılan Kudüs, Batı Şeria ve İsrail içindeki karma şehirlerdeki son çatışmaların, hukuk ve insan hakları zemininde işgali ve ayrımcı tezahürlerini reddeden yeni nesil bir Filistin gençliğini ortaya çıkardığını belirtmemiz de önemli.
Geçtiğimiz haftalarda, küresel düzeyde aşina olunmuş sloganları ve ilkeleri anımsatan, bir kısmı ABD’de başlayan “Siyahların hayatı önemli” destanından, bir kısmı da diğer insani direniş sloganlarından hareket eden yeni bir dil ve farklı bir söylem duyduk.
Dünyadaki diğer gençler gibi güçlenme ve eşitlik haklarını hisseden bu yeni neslin beklentilerinin küçümsenmemesi veya bastırılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Bunlar, evrensel bir insan hakları diline göre mücadele eden, bağımsız bir vatanda eşit ve onurlu bir yaşam isteyen gençlerin meşru beklentileri. Bu kuşaktan gençlerin, Filistinlilerin çoktan kaybettikleri bir birliği yansıtarak, İsrail'in kendi içinde dahi mevcut durumu reddettiklerini ifade ettiklerini gördük.
Filistin meselesi 10 yıldan fazla bir süredir korkutucu ve tehlikeli bir siyasi donma durumu yaşıyor.
Buna karşılık İsrail'de sağcı yayılma daha önce görülmemiş bir şekilde tırmandı, öyle ki temsilcileri artık ana akımın kenarında değil, merkezinde yer alıyorlar.
İsrail hükümetinin programı ile aşırı sağın gündemini birbirinden ayırmak son derece zor hale geldi.
Böyle bir durumun gölgesinde, İsrail'in politikasını önemli miktarda uluslararası bir baskı olmadan değiştireceğini düşünmüyorum.
Bölgemizin tüm sorunlarının sorumluluğunu ABD’ye yüklemekten hoşlananlardan değilim, ancak Washington'un Ortadoğu'daki en eski ihtilafın çözümünde önemli bir sorumluluğu ve tarihi bir rolü olduğu kanaatindeyim.
Çatışmanın iki tarafının kendi başlarına müzakere masasına oturamayacaklarını, aralarındaki uçurumun her zamankinden daha fazla arttığını açıkça söylemeliyiz. ABD’nin etkili bir rolünün yokluğunda, İsrail'deki ulusal ve dini sağın keskin eğilimi, aynı zamanda yeni nesil Filistinliler arasında büyüyen hayal kırıklığı hissi ve statükoya çeşitli yollarla meydan okuma ihtiyacı gölgesinde, daha fazla şiddet döngüsü ve dökülen masum kanları dışında bir şey beklememeliyiz.
Bir sonraki kanlı şiddet turunu beklememeliyiz. Siyasi süreci yeniden canlandırmanın zamanı geldi.
Bugün üzerine inşa edebileceğimiz bir zemin var. Hızla yeniden inşa çabalarına girişmek için Gazze'de yürürlükte olan ateşkes pekiştirilmeli ve uzatılmalı. Bağışta bulunan ülkeler, yakın zamanda yeni bir şiddet dalgasının patlak vermemesini sağlayacak siyasi bir ufuk olmadan yeniden inşa çabalarına yardım etmeyi kabul etmeyeceklerdir.
Filistinlilerin bugün her şeyden çok siyasi bir gelecek ufkuna ve uzun işgal tünelinin sonundaki ışığa ihtiyaçları var.
Diğerleri gibi, iki devletli çözümün maruz kaldığı sürekli erozyonunun rahatsız edici işaretlerini ben de gözlemliyorum. İsrail hükümeti, vatandaşlarının onur ve barış içinde yan yana yaşayacakları iki bağımsız devlette, Arap ve Yahudilerin ulusal beklentilerini yerine getirerek bu çatışmayı çözebilecek tek olası yol olarak iki devletli çözümü tartışmakla ya da kabul etmekle ilgilenmiyor. Batı Şeria'daki statükonun gerçekliği, İsrail'in bu bölgenin yüzölçümünün yüzde 60'ını (C Bölgesi) kontrol ettiğidir. Bu durum, Filistin'deki herhangi bir kalkınma veya gelişmeyi engelliyor. Doğu Kudüs dahil tüm alanlarda yerleşimleri genişletme planları devam ediyor. Bu da, tarihi Filistin bölgesinin yüzde 22'sinde kesintisiz bir Filistin devletinin kurulmasını neredeyse imkansız hale getiriyor.
Bu nedenle, şu anda gerekli olan, ilk olarak Batı Şeria, Kudüs ve Gazze Şeridi'nde güven inşa edici icraatlardır.
Bu icraatların başında da, iki devletli çözüme zarar veren yerleşim faaliyetlerinin durması yer alıyor.
Obama yönetiminin son günlerinde, Aralık 2016'da BM Güvenlik Konseyi, İsrail'i Doğu Kudüs dahil işgal altındaki Filistin topraklarındaki tüm yerleşim faaliyetlerini derhal durdurmaya çağıran 2334 sayılı karara oybirliğiyle ulaşmıştı.
Özellikle Doğu Kudüs’teki son derece hassas bölgelerde dizginsiz yerleşimciliğin devam etmesi, gelecekte iki devletli çözüm için kalan ufak şansı da ortadan kaldırmakla tehdit ediyor.
Yerleşimlerin devamı Filistinlileri haklı olarak İsrail tarafının niyetlerini, hükümetin toplumdaki en aşırı ve taşkın unsurlarla suç ortaklığını sorgulamaya itiyor. Dünya, benimsedikleri ideoloji ve eylemleri nedeniyle bazı Filistinli fraksiyonları kınamak için nasıl acele ediyorsa, aynı mantıkla  Filistin halkına karşı şiddet uygulayan, Filistinlileri evlerinden kovmaya, tarlalarını yakmaya çalışan “Lahfa” ve “Bedel Ödetmek” gibi aşırılık yanlısı Yahudi örgütlerini de kınamalı.
Bu tür aşırılık yanlısı ve ırkçı örgütlerin İsrail hükümetinden aldıkları koruma – hatta destek – kalkanı, onları Filistinli sakinlere karşı işledikleri ciddi suçlarda diretmeye ve ileriye gitmeye teşvik ediyor. Bu da ramazan ayında Kudüs'te gördüğümüz gibi durumu alevlendirmek konusunda gerçek bir risk taşıyor.
ABD yönetimi ve Avrupa hükümetleri, bu suç örgütleri ve grupları hakkında net bir pozisyon belirlemeliler, aksi takdirde etik pusulalarının ılımlılığı, siyasi normlarının bütünlüğü ciddi şekilde sorgulanacaktır.
Filistinlilerin de diğer tarafta bir ortak olduğunu hissetmeleri gerekiyor. Bu tarafın, Arap Barış Girişimi ve diğer çözüm formülleri altında, kimse tutmadan yıllarca elini uzattığı unutulmamalı. Buna rağmen İsrail liderliği, Filistinli bir barış ortağı olmadığını iddia edecek kadar küstahlaşabiliyor.
Son olarak, mevcut çıkmazdan çıkmanın tek yolu, iki tarafın ABD, BM, Arap ve Avrupa desteğiyle, bilinen ve iki tarafın daha önce 1993’te Oslo'da üzerinde uzlaştıkları belirleyiciler ve referanslar temelinde, nihai bir çözüm için mümkün olan en kısa sürede oturup görüşmeleridir.
Siyasi süreci destekleyecek bu şemsiyenin oluşturulmasındaki Amerikan rolü, her zaman olduğu gibi, hayati ve temel olmaya devam ediyor.
En iyi strateji belki de çatışmanın iki tarafını ve çözüm sürecinde olumlu bir rol oynama sorumluluğu ve kudreti gösteren diğer Arap tarafları içerecek şekilde genişleterek Ortadoğu Dörtlüsü’nü yeniden canlandırmak.
Çatışma yönetimi zihniyetinden çözüm zihniyetine cesurca geçiş yapılmalı. İki devletli çözümün alternatifi, İsrail'in arzuladığı gibi statükonun sürdürülmesidir; 5 milyona karşı onur kırıcı ve utanç verici ırk ayrımcılığına dayanan tek devlet. Bu, siyasi olarak savunulması ya da etik olarak meşrulaştırması imkansız olacak, keza birlikte çalışmak isteğimizde hepimizin kaçınabileceği bir durumdur.
Filistin, bölgenin içinden geçmekte olduğu muazzam dönüşümlere rağmen, sadece Ürdün Nehri ile Akdeniz arasındaki alanda değil, tüm Ortadoğu bölgesinde istikrar, barış ve bir arada yaşamanın en önemli anahtarı olmaya devam ediyor.