Ahmed Dayfallah Karni
TT

Kültürün küreselleşmesi kontrol edilebilir mi?

Küreselleşme artık sadece ekonomik değiş tokuşun küresel entegrasyonuna indirgenemez. Kültür, insan yaşamında belirleyici bir dönüm noktası oluşturabilecek küresel dinamiklerin kalbinde yeni bir itici faktör olarak ortaya çıktı. Küreselleşen medya alanında dünya görüşleri, değerleri ve yaşam biçimleri dünya çapında bir rekabet içinde yoğun bir şekilde bir arada sunulmaya başladı. Yerel kültürel ve sosyal karakteristik özellikler tamamen atlanarak, herkes kendi zevkine göre aralarından seçim yapabilir hale geldi. Ulusal politikalar artık bu açık kültürel pazar karşısında kültürel küreselleşmeyi dizginleyemediğinden ve toplumları bu yeni küresel ürünlerle etkileşime girmekten alıkoyamadığından, devletlerin çözümleri bu sınır ötesi operasyonların etkileriyle başa çıkmaya indirgendi. Buradan hareketle, semboller ve çekici değerler üretme konusunda en güçlü ve yetenekli olanların hayatta kalabileceği yeni hiper-küresel bir kültürel ekosistem ortaya çıktı.
Yeni küreselleşmiş medya alanı, bundan böyle en az askeri alan kadar önemli bir stratejik alan oluşturuyor. Askeri bir çatışma nasıl ki savaşanlar arasında coğrafi sahneler ve gerçek arenalarda, düşmana otorite dayatmak için gerçek yıkıcı silahlarla dönüyorsa, medya alanı da fikirler, değerler ve semboller arasında kültürel savaşların yaşandığı bir sahneye dönüştü. Bu yeni çatışmada hiçbir uluslararası taraf söz konusu kültür savaşlarının yükü altında kayıtsız veya pasif kalamaz. Herkes kendince bu savaşlara katkıda bulunarak etkiliyor ve etkileniyor. Medyatik taşıyıcılar ile kültürler ülkelerin coğrafi sınırları tarafından engellenmeden seyahat edebiliyorlar. Sembolik bir sistem şeklinde çalışan, çekiciliğini her yerde gösteren bir güç olarak dinamik bir biçimde yayılan farklı yaşam tarzları, semboller, kahramanlar, hayaller ve tüketim değerleri sağlayan yeni sanal alanlar oluşturuyorlar. Bunlar, genellikle bireylerin yakın coğrafi çevrelerinden daha çekici ve etkili oluyorlar.
Bu nedenle aileler, günümüzde çocuğun sosyalleşmesi için birincil araç olmaktan çıktıklarından ne yapacaklarını bilemiyorlar. Çizgi filmleri ve elektronik oyunlarıyla ekran, ebeveynlerin büyüdüğü dünyadan farklı yeni değerler ve dünya görüşleri taşıyor. Bunun sonucunda ebeveynler ve çocuklar arasında ötekine ve farklı kültürlere karşı farklı görüşler ve karşıt tutumlar doğuyor. Aynı ailenin kültürel ve sosyal durumunda bir sarsılma yaşanıyor. Göçler de çoğu ülkenin farklı kültür ve dinlere sahip çeşitli milletlerden oluşan bir kombinasyona dönüşmesine katkıda bulundu. Bu da yerel kimlik ve kültürleri zor durumda bıraktı ve ortaya çıkan bu kültürel oluşumla başa çıkma seçenekleri konusunda politikacıların kafasını karıştırdı.
Örneğin Avrupa'da, Fondation Pour L'innovation Politique Vakfı’nın (Siyasi Yenilik Vakfı)  Mart 2007'de 8 Avrupa ülkesinden uzmanlarla yürüttüğü bir kamuoyu araştırması; Fransızların küreselleşmenin sosyal sonuçlarından endişe ederken İtalyanların, İspanyolların ve İngilizlerin göçmenlik meselelerinden, İsveçliler ile Estonyalıların küreselleşmenin çevre üzerindeki etkisinden endişe duyduklarını, Almanların küreselleşmenin mevcut gelişiminden fayda sağlamak için gerekli reformları yaptıklarına inandıklarını gösterdi. Kısaca bu ankete göre, İslam'ı Fransız kültürü ve kimliği için bir meydan okuma ve endişe kaynağı olarak gören Fransızlar hariç, Avrupalılar küreselleşmeyi genel olarak olumlu bir  süreç olarak görüyorlar. Bu nedenle şu an Fransa'da İslam’ın ve Müslümanların yayılması olgusunun nasıl ele alınacağı konusunda büyük bir tartışma mevcut. “Fransız Cumhuriyeti değerleri” dedikleri şeyi korumak için sosyal entegrasyon politikalarına ve bir “Fransız İslamı”na ulaşma çabası bulunuyor.
Dünya düzeyinde kültürel küreselleşmenin zorluklarıyla yüzleşme konusunda devletlerin üç politik duruş benimsedikleri gözlemleniyor.
Birincisi, kültürel küreselleşmeyle etkili bir biçimde yüzleşemeyeceğini, ona karşı koymada önemli bir rol oynayacak araçlara sahip olmadığını düşünen olumsuz duruş. Bu da, söz konusu duruşu benimseyenleri etkili olmaktan çok etkilenen, göndericiden çok alıcı yapıyor.
İkincisi, savunmaya daha yakın ve her türlü olumsuz dış kültürel etkiye karşı aşılmaz bir siper olarak devleti güçlendirme etrafında dönen duruş. Bu duruş, olumsuz dış etkilere; örneğin İran'ın yaptığı gibi yerel toplumun ayırt edici özelliklerini öne çıkaran, onu geçici kimliklerin herhangi bir nüfuzundan uzaklaştıran yerel kültür politikaları, ulusal bilgi ürünleri ve sembolleri empoze edip, kapsayıcı bir ulusal kimlik inşa ederek karşı koyar. Bu savunmacı ülkeler kısa ve orta vadede bazı politikalarında başarılı olabilirler ancak uzun vadede bilgi, kültürel ve ulusal kimlik ürünleri “işgalci” kültürlerden daha çekici ve gerçekçi olmadıkça dayanamazlar.
Üçüncüsü, saldırgan stratejik duruş. Başkan Theodore Roosevelt’in Amerikan stratejik gücünün temel askeri, ekonomik ve teknik dayanaklarına ilave bir dayanak olarak dünyayı Amerikan değerlerini, fikirlerini ve vizyonlarını sahiplenmeye teşvik etmek için 1898'de yaptığı "dünyanın Amerikanlaşması" çağrısından bu yana ABD bu duruşa liderlik etmeyi sürdürüyor.
Bu nedenle, Francis Fukayama ve Samuel Huntington gibi Amerikan siyasi ve kültürel seçkinleri, kültürel farklılıkların önümüzdeki yıllarda insanlar arasındaki çatışmaların ana itici gücü olacağına ve ABD'nin Amerikan liberal kültürünü zorla da olsa dayatması gerektiğine inanıyor. Bu, oğul George Bush’un ünlü “Benimle değilsen bana karşısın!” sözüyle özetlediği 11 Eylül 2001 olaylarından sonra ABD’nin geçirmek istediği bazı kültürel gündemleri de açıklıyor olabilir.
Tahran, geçici kültürlere karşı aşırı korumacılığı benimseyen savunmacı yaklaşım ile etnik, mezhep sembolleriyle devrimci İran kültürünü Arap ve İslam dünyasına ihraç etmeye dayalı saldırgan yaklaşım sentezini benimseyen bir ülke olarak sınıflandırılabilir. Bunun için de Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen’de olduğu gibi sahada kendisine bağlı kültür ve medya kurumlarını ya da propaganda ve örtülü reklam yapan yayın organları ve platformlarını kullanıyor. İran'ın siyasi ve ideolojik yönelimleriyle kendisine karşı olanlara yönelik yaydığı nefret söyleminin net bir şekilde kurumsallaştırılması bağlamında, medya aygıtının genel denetiminin sorumluluğunun anayasa yoluyla doğrudan Dini Lider'e bağlı olduğunu görüyoruz. Dini Lider sözgelimi İran Radyo ve Televizyon Kurumu müdürünü atayabilir veya görevden alabilir. Bu, medyanın İran iç ve dış politikasındaki merkezi rolünü, İran’ın sömürgeci projesini pazarlayan ulusal güç unsurlarından biri olduğunu gösteriyor.
Sonuç olarak denilebilir ki küreselleşme gerçeği, kendisine meydan okuyanlara ve korkanlara bile kendini dayatıyor. Medya ve iletişim platformlarının yeni bir sembolik ekosistem oluşturarak dünyanın her köşesine yayıldığı bir zamanda küreselleşme ufuklarını ve tezahürlerini kontrol etmek zor. Dünyanın sahip olduğu kültürel çoğulculuk, öteki korkusuna dönüştürülür ve kültürel güvenlik bahanesiyle karşı çıkma, dışlama ve vesayet mantığına dahil edilirse tehlike arz edebilir. Diğer yandan dünya ülkeleri, çok kültürlülük ile etkileşim ve bir arada yaşama koşullarını yaratır, halkların yaşamlarına, mutluluğuna ve refahına bir şeyler katabilecek yeni olumlu değerleri kabul ederse de bu bir fırsat olabilir.
Sorulması gereken son soru şu; kültürel küreselleşmenin iletişim, değer alışverişi ve ortak insan haklarının teşviki için bir alan olarak kalması, kültürel ve ırksal çatışmalar ve nefret söylemi için bir araç olarak kullanılmaması için ulusal ve özel medya kuruluşları ne yapmalı?