Sam Mensa
TT

Üç zirvenin sonuçlarından alınan ders

Bölgedeki belki pek çok kişi, ABD Başkanı Joe Biden'ın geçen hafta Avrupa'ya yaptığı ziyarette, özellikle de G7 zirvesi, NATO zirvesi ve tabii ki Cenevre'deki ABD-Rusya zirvesinde, bölge meselelerin de müzakere masasında olacağına dair büyük umutlar beslemişti.
Bu zirvelerin sonuçlarının hızlı bir ön incelemesinden sonra, bölge sorunlarının toplantıların dışında kaldığı ve dikkatlerin diğer kaygılara odaklandığı tespit edildi. Bunların ilki, Atlantik’in iki yakası yani ABD ve Avrupa arasındaki ilişkileri, eski ABD başkanı Donald Trump döneminde maruz kaldığı yarılmadan sonra, NATO'yu destekleyen ve özelde ABD'nin ve genel olarak Batı'nın Rusya ve Çin'e karşı duruşunu güçlendiren bir biçimde restore etmek. Atlantik’in caydırmaya veya en azından siyasi, ekonomik ve güvenlik açısından sınırlamaya yönelik ciddi çabası ile Rus ve Çin genişlemesinin tehlikeleri konusundaki farkındalık bu sefer aşikardı. Bunun yanı sıra özellikle Kovid-19 pandemisinden sonra iklim değişikliği, sağlık ve insani koşullar gibi diğer eksenlere ve kaygılara da ilgi gösterildi.
Bu gerçek, Ortadoğu'nun sorunlarının, krizlerinin ve hatta savaşlarının, kendisi ile sınırlı kaldıkları sürece, öncelikle ABD'nin, ikinci olarak Avrupa'nın öncelikleri ve kaygıları arasında olmadığı konusunda bizi neredeyse kesin bir bilgiye götürüyor. Bunun tek istisnası, Moskova ve Pekin'in bölgedeki çıkarlarını pekiştirmeleri ile iç içe geçtiği durumlar. Bu, bölge meseleleriyle ilgili bazı gözlemcilerin, Washington'un ve Batı'nın genel olarak bölgeyle, özellikle de müttefikleriyle ilişkilerinin kavram ve sınırlarını daha gerçekçi yönlere doğru düzeltmenin, dolayısıyla sorunlarla başa çıkmada ülke ve liderlerin öz yetenek ve kapasitelerine güvenmelerinin gerekli olduğu kanaatini perçinliyor. Çünkü çözümlerin ancak içeriden geleceği anlaşıldı. Bölge ülkelerinin büyüklerin toplantılarının sonuçlarını gözlemlemeleri çıkarlarına hizmet etmiyor.
Bu giriş, elbette, ABD'nin sorunları ve krizleriyle bölgeyi tamamen terk edeceği anlamına gelmiyor, aksine çekilmemenin bir vizyon ve sürekliliğe sahip bir politika olmadığı anlamına geliyor. Washington, müttefiklerini savunmaya, güvenliklerini ve istikrarlarını korumaya devam edecek, ancak bu, rakipleriyle makul bir uzlaşmaya varmayacak demek değil. Bu, 2008’de Demokrat başkan Barack Obama döneminden beri benimsenen bir Amerikan politikası. Bu bağlamda, Başkan Biden'ın ekibinden farklı olduğunu ve kendisini çevreleyen çalışma ekibinin çoğu üyesinden daha katı olduğunu belirtmek gerekir. Hatta Washington'da bazıları onu "kibar Trump" olarak nitelendiriyor. Trump'ın kendisinin, İran'a uygulanan ve onu nükleer programını, yayılmacı politikasını sürdürmekten caydıramayan azami yaptırımlar dışında, Ortadoğu'da olayların gidişatını derinden etkileyen askeri veya siyasi eylemlerde bulunmadığına dikkat çekilmeli.
Avrupa'da yapılan bu zirvelerin ortasında ve Washington'un karşılaşılan tüm zorluklara rağmen nükleer anlaşmaya geri dönmesinin eşiğinde öyle görünüyor ki, Amerikan aktivizmi, bölgeden aniden çekilmeme, aynı zamanda sorunlarına karışmama, doğrudan işlerine karışmama veya bulaşmama eğiliminde.
Washington'un bölgedeki askeri varlığını güçlendirdiği doğru ve yakın zamanda Umman Denizi'ndeki Amerikan üslerine ek takviye kuvvet göndererek dikkat çekti. Ne var ki, ABD’nin Afganistan'dan çekilmesi çerçevesinde yer alan askeri, özellikle de deniz ve hava kapasitesinin güçlendirilmesi, saldırıdan çok caydırıcılık amaçlı. Washington'un bölgedeki müttefiklerine yönelik sınırlı saldırılara mutlaka karşılık vermesi gerekmiyor, çünkü bu, Washington'un girmek istemediği daha büyük ve tehlikeli savaşlara, çatışmalara neden olabilir.
Bu gerçekler iki hususa işaret ediyor; birincisi, ABD'yi müdahale için yalnızca şiddetin düzeyi, kendi ulusal güvenliğine ve müttefiklerinin hayati güvenliğine yönelik sonuçları olduğunda harekete geçireceği. İkincisi, Amerikan müdahalesinin, yakın zamanda yaşanan 2021 Gazze Savaşı'nda olduğu gibi sorundan önce değil sonra ve yansımalarını dizginlemek, sorunu çözmek veya halletmek yönünde olacağı.
Bu zirvelerin sonuçları özetle şunun işaretini veriyor; özellikle bizi doğrudan ilgilendiren konuda, yani İran ve müttefiklerinin bölgenin iç işlerine karışma rolü konusunda Rusya ve Çin üzerinde doğrudan bir Amerikan ve Batı baskısı beklemememiz gerekiyor. Bu iki ülke, İran ekseninin sponsoru ve İran’ın yaptırımların etrafından dolanmasını sağlıyor, kendisine dokunulmazlık, koruma, stratejik ve ekonomik derinlik sunuyorlar. Bu bağlamda, ABD’nin bölgeye yönelik politikasını kontrol eden faktörler takip edilmeli.
En önemli faktörlerin ilki; Moskova ile ilişkiler. Sovyetler Birliği döneminden bugüne ABD’nin Rusya ile ilişkilerine gerilim damga vurdu. İlişkileri bir sakinleşir bir tırmanır, kışkırtmanın doruk noktasına ulaşır ve ardından bir zarara yol açmadan yeniden sakinleşir. Dünyanın en büyük iki nükleer devleti arasındaki bir ilişki olduğundan, bir yandan tehlikeli bir ilişki, diğer yandan esas olarak Washington'un Avrupalı ​​müttefikleri ve genel olarak Avrupa kıtasındaki Rus rolleriyle bağlantılıdır.
İkinci faktör, ABD-Çin ilişkileri. Bu, aynı anda tehditlere, şiddetli rekabete ve iş birliğine dayanan karmaşık, kompleks ve çok yönlü bir ilişki. ABD'nin İran ile ilişkilerini veya Pekin'in Tahran ile ilişkilerini Çin ile uzlaşılarının çerçevesine dahil etmesi zor.
Üçüncü faktör, ABD-İsrail ilişkileri. Bu aşamada İsrail ile ABD ve özellikle de Demokrat Parti içindeki sol kanat arasında ortaya çıkan çatlaklara (ki bu Washington'un savaş ve barış kararını elinde tutmasına da yol açabilir) rağmen ilişkiler stratejikliğini koruyor. Aynı bağlamda İsrail şu anda daha önce tanık olmadığı bir iç kriz yaşıyor. Bu, yeni ve uyumsuz hükümetinin oluşum sürecinin yanı sıra, stratejik vizyon ve ana müttefik Washington ile ilişkilerin düzeyine de yansıdı.
Dördüncü faktör, İran ile ilişkiler. ABD'nin nükleer anlaşmaya dönmesi bekleniyor ve bu, İran'ın yöneticilerinin işlerini kolaylaştırıp, koşullarını iyileştirebilir. Öte yandan ABD, elbette İran'ın füze programının, genişlemesinin ve Arap ülkelerine müdahalesinin ortaya çıkardığı sorunları sınırlama çabalarını ve baskılarını bir kenara bırakmayacak, ama bu konuda fazla iyimser de olunmamalı.
Bu durumda başta da belirttiğimiz gibi ABD'nin önceliklerinin Rusya ve Çin olmaya devam ettiği ortaya çıkıyor. Öte yandan ABD'nin bölgeye dönük muhtemel siyasi çerçevesi, çatışmaları çözmek ve uzlaşı sağlamak yerine onları çevrelemek ve yönetmektir.
Ne yazık ki, bölgenin sorunları ABD’nin acilen müdahalesine, daha olumlu ve etkili bir rol oynamasına gereksinim duyuyor. Ancak şu aşamada beklentiler ve umutlar, ABD'nin bölge ve geleceği için arzu ettikleri ile örtüşmüyor.
Özetle, ana roller bölge ülkelerinin kendilerine, liderlerine, seçkinlerine ve halklarına düşüyor, dikenlerini kendi elleriyle temizlemeliler. Aşırı karamsar olmamalıyız, ama çözümler gümüş tepside sunulmayacak, aksine, olgun uzlaşılar acılı bir doğum sancısının ardından gelecek.