Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

 İran nükleer programı ve ABD vaatleri

İran, henüz şahlıkla yönetilirken, Batı ile arası gayet iyi iken 1950’lerden itibaren kendi iddiasına göre nükleer enerji elde etmek amacıyla bir takım çalışmalara başladı. Ancak 1979 devrimi sonrasında İran’da yönetim değişince, daha önce ABD’nin desteklediği bu program (O dönem ABD’nin Barış İçin Atom Programı adı altında oluşturulmuştur) başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülke tarafından “nükleer enerji değil, nükleer silah edinme” çalışması olarak tanımlandı (zira nükleer silah edinme çalışmaları olduğuna dair birtakım belgeler yayımlandı) ve İran bu nedenle sık sık ambargoya maruz kaldı. İnişli çıkışlı gerilimli çalışma sürecinde ABD de, Avrupa da İran’la nükleer üzerine bir takım görüşmeler yaptılar. Obama döneminde ABD ve İran arasında nükleer anlaşma görüşmeleri devam etti. Trump’ın yönetime gelmesiyle birlikte nükleer anlaşma Trump tarafından tamamıyla rafa kaldırıldı. Batı’nın bazen havuç, bazen sopa stratejisiyle kontrol altında tutmak istediği bu nükleer program için bugünkü ABD-Biden yönetimi İran ile bu konuda yeniden görüşmelere başlayacağını açıkladı.
İran, nükleer silah edinmeye çalışmadığını, nükleer enerji için çalıştığını ifade etmekle birlikte diğer yandan da hem Batı ile gerilimli olduğu hem de Sünni dünya içerisinde “Şii azınlık” olma propagandasına sarıldığı, güvenliği ön planda tuttuğu için nükleer çalışmalar konusunda oldukça ısrarcı. Ve bu program neredeyse tüm dünyanın müdahale etmek istediği bir program haline geldiği için İran bu konuyu ulusal onur meselesi yapmış durumda… Dolayısıyla meseleyi daha çetrefilli bir hale getiren de biraz da bu, ama bununla da sınırlı değil.
İsrail ve İran, güvenlik meselesini kullanmak açısından birbirine benzeyen iki ülke; Müslümanlar arasında tehlike içinde olduğunu söyleyen İsrail gibi İran da Sünniler arasında tehlike içinde olduğu iddiasına sarılarak hem ülke içinde, hem de dış politikada güvenlik kartını diledikleri gibi kullanabiliyor. Tabi önemli bir farkla; İsrail kollanırken, İran sürekli baskılanıyor… İşin garibi, güvenliği bu kadar merkezde tutan bu iki ülkenin “tehdit altındayız” iddiaları arasında pek görünmeyen şey ise “tehdit” oldukları. Özellikle “ezilmişler” psikolojisine sahip olan, güvenlik meselesini takıntı boyutuna getiren bu tip ülkelerin, savunma konusundaki tepkileri ölçüsüz olduğu için bölge adına ciddi tehdit oluşturuyorlar. Mesela, İran, Bahreyn’den Suriye’ye kadar birçok ülkede yayılmacı politikasını hayata geçirmek için kendisine hareket alanı bulmaya çalışıyor ve bunu güvenlikle bağlantılı hale getirdiği için yaptıklarının meşru olduğunu savunuyor, nükleer meselesine bakışı da bu yönde. Ama kabul etmek gerekir ki bu ülkelerin nükleer silah edinmesi bölge açısından gerçekten çok büyük tehlike arz etmektedir.
Bu endişelerin ABD de farkında ki, İran ile nükleer müzakerelere başlayacağını ilan ettikten sonra hem bölge hem de İsrail’in güvenliği konusunda müttefikleri ile ortak çalışacağına, onları korumaya devam edeceğine dair sözlü güvenceler verdi. ABD savunma şefi, Bahreyn ziyareti sırasında Körfez ülkelerine İran’ın nükleer programının oluşturacağı endişelere karşı güvence verirken, hem İran’ın nükleer silah edinmesini engelleyeceklerini hem de Orta Doğu’da insansız hava araçlarının tehlikeli kullanımının önüne geçeceklerini belirtti. Ama bu yeterli mi?
ABD’nin Orta Doğu politikası bence henüz daha net değil, daha doğrusu eskisinden farklı; özellikle 11 Eylül sonrası ABD’nin “teröre karşı açtığı küresel savaşı” her anlamda kaybetmesinden ve imajdan ekonomiye kadar her alanda zarar görmesinden ve Asya’nın bölge olarak öne çıkmasından sonra ABD önceliğini ekonomi temelli olarak Asya’ya verme, Çin’e odaklanma kararı aldı. ABD bile olsanız şu uluslararası konjonktürde her alanda at koşturamazsınız. Bu nedenle Orta Doğu ABD için şimdilerde ikinci planda, zaten Suriye, Irak, Afganistan’dan çekilme gibi konulara bakınca bu politika eylem olarak da görülüyor. Ancak yine de bölgedeki müttefikleri ve İsrail nedeniyle bölgeyi terk edemiyor ve en az mesai ve en az maliyet ile güvenlik sağlamaya çalışıyor. Ama bunların hepsinin hayata geçirilmesi o kadar kolay değil.
Soğuk Savaş dönemini hatırlayalım, silahlanma yarışı sürecinde savaşın sürecini değiştiren şey Küba Füze Krizi olmuştu, ABD ve Sovyetler birbirlerini yakından hedef alabilecek imkanlara kavuştuğunda bir yumuşama dönemi yaşanmış, silahlanma yarışı caydırıcılık etkisiyle sonuçlanmıştı. Bugüne geldiğimizde; Orta Doğu’da tüm ülkeleri birbirlerine karşı savaş açmaktan ya da nükleer silah kullanmaktan alıkoyacak şekilde nükleer silahlara sahip olması mümkün değil ama bunlardan bazılarının nükleer silah edinmesi diğerleri için tehlike olduğundan bir şekilde silahlanma yarışı da devam ediyor ve bu bölgede güvenliği tehdit ederek riski arttırıyor. Dolayısıyla, ABD’nin şimdilerde ikinci plana ittiği Orta Doğu’da, sadece sözlü olarak “müttefiklerimizin güvenliğini sağlayacağız” demesi güvenlik sağlamıyor. Birinci Körfez Savaşı sırasında ABD’nin bölge konusunda ilk olarak güvenliği değil de kendi ekonomisini düşündüğü düşünülürse, ABD’nin sözlü vaatleri rahat uyumaya yetmiyor.