Sam Mensa
TT

Yüzyılın sonunda bağımsızlık yanılsamaları

Bugün 22 Kasım, Lübnan'ın 1943'te Fransa'dan bağımsızlığını kazanmasının yıl dönümü. Cumhurbaşkanı Mişel Avn'ın görev süresi içerisinde bu yıl son kez kutlanacak olan yıldönümü, yine bu yıl 1920'deki Büyük Lübnan Deklarasyonu'nun yüzüncü yıldönümüne denk geldi. Daha önce tanık olduğu tüm siyasi ve ekonomik krizler ile iç savaşlara rağmen bu yıl, belki de 78 yıllık bağımsızlığı boyunca Lübnan için en kötü geçen yıldönümü. İstikrarsız bölgesel ve çalkantılı uluslararası koşullar arasında ülkenin içine düştüğü sefil durum, önümüzdeki günleri ve bu günlerin taşıyacağı değişiklikleri ciddi olarak düşünmeye zorluyor. Şu soruyu akla getiriyor: Geçen yüzyılda bildiğimiz Lübnan'dan geriye bir şey kalacak mı?
Lübnan'daki siyasi ve güvenlik çıkmazı yeni değil, karmaşık ve örtüşen nedenleri hem dâhili hem de bölgeseldir. İçeride, adil olmak gerekirse, krizin büyük bir kısmı tamamen Lübnanlıların sorumluluğudur. Lübnan, bağımsızlığından bu yana, bir devlet ve vatandaşlığın kurulmasını teşvik eden yapısal ve kurumsal temeller üzerine inşa edilmedi. Aksine başlangıçtan itibaren kendisini her biri bir dış koruyucu arayan çeşitli dini grupları içeren coğrafi bir alan haline getiren mezhepsel temellere dayandırıldı. Bir vatan olma düzeyine yükselemedi ve Lübnanlılar da mezhepçi kıyafetlerinden sıyrılıp vatandaşlık potasında erimediler. 1969'da Lübnan'ın FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) ile Kahire Anlaşması'nı imzalamasıyla önemli bir dönüm noktasına girildi. O gün, iç savaşın tohumları ekildi ve 1975'te kanlı bir şiddete dönüşen savaş ancak 1989'da Taif Anlaşması'nın imzalanmasıyla sona erdi. Ardından 13 Ekim 1990 olayları yaşandı ve Hristiyan liderler ülke dışına sürüldü. Bundan sonra ve köklü uzlaşılara varılmadan, savaş ağaları yönetimi devraldılar. Böylece aralarındaki çatışma askeri siperlerden siyasi siperlere taşındı, savaş tamamen sona ermeyip gizli bir şekilde devam etti.
Son 20 yılda ‘bardağı taşıran son damla’ yerel dini grubuna, Lübnan ve Arap çevresine yabancı mezhepsel ideolojik inanca mensup, tamamen bağlı olduğu İran-Suriye ekseninin bölgesel politikasının organik bir parçası olan silahlı bir grubun iktidarı devralması oldu. Diğer Lübnanlı tarafların da başka bölge ülkeleri ile ittifakları olduğuna şüphe yok. Fakat hiçbiri, Hizbullah ile İran arasında var olan organik, ideolojik ve örgütsel bağlılık, İran’ın ayrılmaz bir parçası olmak, onun direktif ve emirlerine uymak kertesine varmadı. Ülkeler arasında bu benzersiz ve son derece karmaşık durum, ulusal sadakati ortadan kaldırdı ve ülke çıkarları dikkate alınmaz oldu. Lübnan’ı Arap ve Batılı boyutunun dışına çıkararak bir bölgesel eksen lehine bölgesel ve uluslararası çatışmalara dahil etti.
Lübnan'ı çevreleyen bölgesel iklime gelince, o da birçok değişikliğe tanık oluyor. Bunların en önemlisi, Arap dünyası kavramının geçmişte kalması, Arap bölgesinin dağılması, eğilim ve endişelerinin farklılaşması ve birbirinden uzaklaşmasıdır. Bir yanda Körfez ülkeleri, diğer yanda Mısır, Ürdün ve Irak (bir dereceye kadar) bir eksen oluşturmaya çalışıyorlar. Kuzey Afrika, Libya'daki savaşları, Cezayir'deki huzursuzlukları ve ülkeleri arasında birden fazla konudaki anlaşmazlıklarıyla üçüncü bir tarafı oluşturuyor. Sudan yine endişelerine boğuldu. Diğer yanda ise kafası karışık ve anlaşmazlığın nedeni Suriye, Yemen, Lübnan ve Irak'ı içine alan İran ekseni var.
Tüm çatışmaları ve krizleriyle bu Arap sahnesine yeni bir ek değişim faktörü dahil oldu, o da bizzat Filistin'in yanı sıra 6 Arap ülkesinin İsrail ile normalleşmesidir. Katar ve Umman Sultanlığı da bu uzlaşma ikliminden çok uzak değiller. Öte yandan İran ekseni ülkeleri, normalleşme halkasını Suriye'yi de içine alacak şekilde genişletmeye çalışan normalleştiricilere karşı kampanyalarını tırmandırıyor. Ne var ki normalleşme taraftarları İsrail ile normalleşmenin Suriye rejimi için intiharla eş değer olduğunu görmezden geliyorlar. Çünkü bu durumda rejim, varlık sebebini yani İsrail’e karşı direniş argümanını kaybedecek. Ayrıca Şam'ın İran'ın kontrolünden çıkacağını varsayıyorlar, oysa bu iki ülke arasındaki ilişkinin bağları derin ve ideolojik, dolayısıyla bu mümkün değil. Tahran, Şam'daki karar merkezlerini kontrol ediyor. Onlarca yıllık bir yatırımla Tahran’ı bölgeye sokan Esed rejimi, hal böyleyken İran bu ön cephesinden kolayca vazgeçmeyecektir. Öte yandan, İsrail, 5 ülke tarafından yönetilen bir devletin rejimi ile normalleşme konusunda istekli olmayabilir. Hele de hiçbir zaman Esed rejimini devirmek istemeyip, İsrail uçakları ve füzeleri için bir oyun sahasına, İran'ın zayıflatıldığı bir platforma dönüşmüş zayıf ve işgal altındaki bir Suriye'yi tercih ettiği göz önüne alındığında.
Uluslararası düzeyde, bir dizi çelişkinin birbiriyle çekiştiği muğlak ABD politikası baskın olmaya devam ediyor. Bir yanda, Demokrat yönetim nükleer anlaşmaya geri dönmeye çalışıyor ve İran'ı kızdırmaktan kaçınıyor. Buna karşılık ABD Kongresi'nde (iki partiyi de içeren) çoğunluk, İran ve müttefiklerine karşı sertleşme taraftarı. Demokratlar, İran’a karşı yumuşaklığın yaklaşan ara seçimlerde sonuçların aleyhlerine olmasına yol açması ihtimalinden korkuyorlar. Öte yandan, Demokrat yönetim, Tahran'ın bölgenin güvenliğine yönelik istikrarsızlaştırıcı uygulamalarına, kendisine bağlı milis grupların ve Suriye rejiminin başını çektiği müttefik rejimlerin yaptığı katliamlara göz yumamaz. İran'a gelince, nükleer anlaşmaya geri dönmek, en azından şu anda kendi çıkarına değil gibi görünüyor, zira bu durumda Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan'da şantaj için kullandığı kartı kaybedebilir. Bunun yanı sıra Çin de kendisine hafife alınmayacak bir derinlik sağlamış bulunuyor.
Sonuç olarak, Lübnan çökmekte olan bir bağımsızlığı kutluyor. Cumhurbaşkanı görev süresinin son yılına girdi ve Büyük Lübnan Deklarasyonu’nun yüzüncü yıldönümü de sona ermek üzere. Bu bulutlu atmosfer, bir kaçışa benzeyen eşi görülmemiş bir göç şeklinde yansıyor. Bu göç olmadan bile Lübnan, modern tarihinin en zor ve tehlikeli aşamasından geçiyor; bütün kurumlarıyla var olmayan ve bir tarafın kendisini kontrol ettiği bir devlet. İran ile yüzleşecek, bölgenin politikalarını değiştirecek yeni, tutarlı bir bölgesel düzen kurma girişimlerine rağmen birleşik bir pozisyon alamayan bir Arap dünyası. Açıkça bize güvenmeyin ve ‘dikenlerinizi kendi ellerinizle temizleyin’ diyen ABD'nin başını çektiği Batılı ülkeler.
Başta Başbakan Refik Hariri suikastı soruşturması, Beyrut Limanı patlaması soruşturması ve Hizbullah’ın devlete nüfuz etmesi olmak üzere, Lübnan'ın on yıllardır yaşadığı vahim olaylara ilişkin tüm Batılı tutum ve tepkiler, Suriye'de yapılanları affetme girişimlerini hatırlatmıyorlar mı? Suriye'de yapılan her şeyi affeden, Beyrut'ta olanları da affediyor. Lübnan'ın egemenliğine ve bağımsızlığına bağlılık, 1559 ve 1701 sayılı BM kararlarının uygulanması gibi Lübnan’ın koşullarıyla ilgili tüm sıkıcı küresel seremoninin içi boş ve havadan başka bir şey değil. Batı kendi çıkarlarına bakıyor ve bugün onun çıkarlarına göre, ‘şeytanlar’ tarafından yönetilse bile önemli olan, Lübnan’ın kendisine daha fazla sorun ihraç etmemesi. Önemli olan Lübnan’ın bölgede Batı’yı olumsuz etkileyecek bir istikrarsızlık unsuru oluşturmaması, aksi takdirde Washington'un, kendisinin bir Hizbullah hükümeti olduğunu söyleyen mevcut hükümete verdiği desteği nasıl açıklayabiliriz? Bütün bunlarda asıl dikkat çekici nokta, Lübnan, Hizbullah nedeniyle boykot ve yaptırımlara maruz kalırken, Lübnan'daki varlığının ana sponsoru ve bölgedeki genişlemesinin ana arteri olan Suriye ile uzlaşma arayışında olanların bulunmasıdır. Batı'nın Hizbullah'ın kontrolündeki bir hükümeti tanımakta veya İran'ın onun üzerindeki gücünü kontrol altına alma ve kısıtlama girişimlerine rağmen Suriye rejimiyle normalleşmeye çalışmakta bir sorunu yok.
İran'ın, kontrol ettiği ülkeler arasındaki sınırları kaldırdıktan, ülkelerin kültürlerini, geleneklerini, eğitim, bankacılık, finans, ekonomik ve siyasi modelini değiştiren altyapı düzeyinde üsler inşa ettikten sonra Lübnan'da ne yaptığı kimsenin umurunda değil. İran, ülkeleri askeri olarak işgal etmiyor, daha ziyade yerel ortamlara nüfuz etmek yoluyla kontrol ediyor, sabırla ve sakince çalışıyor. Kendisi için savaşmaları ve nüfuzunu genişletmeleri için yerel ortamları kullanarak hesap vermekten kaçma fikrini ilk İran kullandı. Bugün de Hizbullah Lübnan'da onun izinden gidiyor, ülkeyi doğrudan değil Lübnanlı Hristiyanlar aracılığıyla yönetiyor. Batı'nın kabul etmek ya da anlamak istemediği gerçek de budur.
Bağımsızlık Günü'nde Lübnan sahnesi belki de bir umutsuzluk ve derin bir üzüntü kaynağıdır. Nedeni de sadece tüm kurumların devrilmesi ve ülkenin temellerinin çökmesi değil, bilakis en acısı, kaçınılmaz bir kader haline gelen bu gerçeğe direnme iradesinin yıkılmasıdır. Bu sırada liderlerinin çoğu, Hizbullah şemsiyesi altında olduğu için aldatıcı olan bir demokratik oyunda birbirleriyle rekabet ediyorlar.