Vahdettin İnce
Yazar
TT

Dillerimizin altında yatan varoluşsal benzerlik

“Hikâye” Arapça bir kelime olarak anlatmak ve benzetmek demektir. Benzeterek anlatmak. Benzemek, benzetmek anlamında başka kelimeler de var Arapçada. Ancak “hikâye”de salt zihin içi bir benzetme tasavvuru yok, başkasına anlatmak suretiyle zamanda ve anlamda devamlılık gibi bir değer üretimi de belirgindir. Anlaşılmayan, anlaşılması zor olan ya da bilinmeyen bir şeyi anlaşılan, anlaşılması kolay olan veya bilinen bir şeye benzeterek anlamaya, anlatmaya çalışmak, bu suretle geçmişi geleceğe aktarmak insanoğlunun yeryüzündeki hayatı boyunca biriktirdiği din, felsefe, edebiyat… gibi düşünce müktesebatının, dolayısıyla maddi ve manevi hayatının özünü oluşturduğu gibi değer üreticiliğinin de bir göstergesidir. Denebilir ki insandan galaksilere, atomdan evrenin en büyük parçasına kadar varlıklar arasındaki en güçlü ve en işlevsel bağlardan biri “benzerlik”tir ve bu benzerlik keşfedildiği oranda değere dönüşür.
Varlığın değer üretici özeti konumundaki Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin bir kısmının “müteşabih” yani benzeşenler olarak isimlendirilmesi de benzerliğin varlık sistemindeki bu merkezi konumuna yönelik bir işarettir. Kur’an’da benzerlik kurarak anlama çabasının ahirette de devam ettiğine işaret ediliyor, cennetliklerin kendilerine sunulan ahiret nimetlerini dünyadaki nimetlere benzettikleri anlatılırken. O yüzden felsefenin temel ilkelerinden biri olan “her şey birbirine bağlıdır” sözünü dünya ve ahiret de içinde olmak üzere “her şey birbirinin benzeridir” şeklinde anlamak mümkündür.
Benzerlik bir bağdır aynı zamanda. Nitekim Kur’an ayetlerinin diğer bir kısmı da “muhkem” yani sağlam bağlanmış şeklinde isimlendirilmiştir. Benzeşen (müteşabih) ayetlerden derlenen anlamların muhkem ayetlerin netliğine bağlanmasının, sağlam duvarına dayandırılmasının gerekliliği vurgulanmıştır böylece. Muhkemlere benzeterek bağlamadan salt müteşabihlerin peşinden gitmek sapıklık, değersizlik belirtisidir. Varlık sisteminin özünü oluşturan benzerlik olgusunun yörüngesinden çıkmaktır. Dolayısıyla hikâyen aracılığıyla başkasıyla kurduğun benzerlik aynı zamanda savrulmanı önleyen bağındır. Bu senin varlık içindeki değerindir aynı zamanda. İnsan çevresine benzediği, benzerlikler kurduğu oranda varlığa bağlanır ve varlığını anlamlı kılar. Başka bir ifadeyle varlıkları, dolayısıyla insanları aynı anlam potasında buluşturan şey benzer ve bağlayıcı hikâyeleridir. Daha önce bildiğimiz bir şeye benzetemediğimiz yeni bir şeyi anlamamız, hikâye etmemiz mümkün olmaz çoğu zaman. O yüzden böyle bir durum karşısında “bir şeye benzetemedim” deriz, nereye bağlayacağımı bilemedim yani.
Benzeterek anlatma (hikâye) Arapların karakterine, sosyal hayatlarına ve tarihlerine de uygundur. Uçsuz bucaksız Arap çöllerinin tekdüzeliğinin az biraz dışına çıkanlar heybeleri hikâyelerle dolu olarak dönerlerdi ve bunları akıcı dilleriyle yeknesak hayatlarına renk ve anlam katacak şekilde anlatırlardı. Arap, karşılaştığı yeni bir şeyi eskiden bildiklerine benzeterek anlamaya çalışırdı.
İslam tarihinde gazaya çıkan müfrezelerin (seriyye) haberlerini anlatanların “gazavat”ları meşhurdur. Bizans’a, İran’a karşı kazanılan zaferler kabile motifleriyle süslü ambalajlarda sunulduğu için dinleyenler kendilerinden geçerlerdi.
Arapça olan Kur’an-ı Kerim’de de bu Arap tarzı anlatım esas alınır. Cinlerin gelip Kur’an’ı dinledikleri ve sonra dönüp onu kavimlerine Musa’ya indirilen kitaba benzeterek anlattıkları belirtilir. Araplarda hikâye, yeni görülen bir şeyi daha önce bilinen bir şeye benzeterek anlamanın adıdır çünkü. Ve Arap eskinin eksikliklerini yeni ile kapatmaya çalışır, düzeltir. İlk muhatapları Araplar olan Kur’an da hem kendisinden önce indirilen kitaplarla olan benzerliğini vurgular hem de onları düzelttiğini, doğrulttuğunu ifade eder.
Aslında eski bir şeye benzemek yeni olan şeye meşruiyet de kazandırır. Bir şey eskiden var olan bir şeye benzetilemiyorsa “eski köye yeni adet” olarak gayri meşru damgasını yer. Nitekim yüce Allah Kur’an’da peygamberimize şu tavsiyede bulunuyor: “De ki: “Ben, peygamberler arasında benzeri gelip geçmemiş biri değilim”.
Bir fikir, bir iddia daha önce gelip geçmiş bir fikre, bir iddiaya benziyorsa eğer, bu, sahibine koruma da sağlar. Özellikle baskının çok belirgin, zulmün alabildiğine yaygın olduğu toplumlarda yeni bir şey ileri sürecek olanlar mutlaka daha önce yaşanmış, dile getirilmiş, kayda geçirilmiş bir benzerini andıktan sonra düşüncelerini söyleme yolunu seçerler. Bazılarına göre doğu toplumlarında hikâyenin, masalın, efsanenin daha yaygın olmasının bir nedeni de budur. “Söylediğim, daha önce söylenmiş bir kıssadan hissedir” ürkekliğini taşır bu tavır ve genellikle dokunulmazlık sağlar. Doğu toplumlarında bir fikri savunanların, meşruiyet kazanmak, koruma zırhına bürünmek için o fikrin en büyük düşmanı olan ama sistem tarafından baş tacı edilen ulu önderlerin başka bağlamlarda söylediklerinin arkasına sığınarak kendilerini ifade etmeye çalışmalarının örnekleri çoktur nitekim.
Bazen de eskiye, öncekilere benzetilmek yeni olan için bir eksiklik olarak görülür. Özellikle tutucu, muhafazakar topluluklar ve bu durumdan iktidar devşiren sınıflar, bu iktidarı yitirmek anlamına gelen yeni olanı küçüksemek, etkisini azaltmak, kitlelerin gözünde önemsizleştirmek için “öncekilerin masalları” olarak nitelendirirler. Şirk muhafazakarlığı üzerinden insanların akılları, ruhları, bedenleri, malları üzerinde tanrısal bir egemenlik kuran mabet bekçileri ve onların düzmece tanrıların heykellerinin arkasına saklanarak onlar adına mırıldadıkları hikâyelere dayalı iktidarlar devşiren yöneticiler çıplak gerçeklikle yüz yüze gelip uyanma ihtimali olan kitleleri değişen bir şeyin olmadığı umutsuzluğuna mahkum etmek için tevhid mesajını “eskilerin masalları” olarak nitelendirerek kriminalize ederler. Böylece insanlığın önünü açan geçmişin tevhid mesajlarından çok putperest hurafelere benzediği algısını yerleştirirler.
Yeni ile eski arasında benzerlik kurma çabası doğal olarak olguların kabuğunun ötesine geçmeyi de beraberinde getirmektedir. Bu yüzden Arapçada benzetmek demek olan “hikâye”nin harf ve anlam akrabası olan bir kelime daha var. Esasında kaşımak, iki şeyi birbirine sürtmek, oymak, kazımak, örtüsünü kaldırmak anlamındaki “h.k.k” kökünden türemiş “hakke” kelimesi. Bu kelimenin de benzemeye çalışmak, taklit etmek anlamı var. Nitekim “Hakkak” taşları, ağaçları bir şeylere benzetmek için oyar ve kazıdığı şeyin altından görsel bir “hikâye” çıkarmaya çalışır.
Yıllar önce çevirdiğim bir kitapta Filistinli bir hikâyeci, hikâye yazmaya başlamasının sebebini aklımda kaldığı kadarıyla şöyle anlatıyordu: “Küçüktüm, zaman zaman babaannemle evimizin avlusunda otururduk. Bazen komşu erkeklerden biri bir şey istemek için ansızın, habersiz geliverirdi. Babaannem çarşafını giymeye fırsat bulamadığı için arkama saklanır ve sesinin yabancı bir erkek tarafından duyulmasını istemediği için de kulağıma fısıldar, ben de dediklerini adama anlatırdım (hikâye ederdim). Ben babaannemin sözlerini hikâye ederdim, babaannem de benim aracılığımla kendini ifade ederdi… Başlangıçta bir oyun gibi gördüğüm bu davranış edebiyat dünyasındaki çizgimi de belirlemişti. Hikâyeci olmuştum. Hikâye, bir gerekçenin, perdenin, genel kabul görmüş meşru bir olgunun, bazen makbul bir insanın arkasına saklanarak kendini ifade etmenin en güvenli yoluydu. Babaannemin eksiğini benimle gidermesi, meramını benim üzerimden ifade etmesi gibi insanın kendi eksiğini kapatması için bir hikâyeye, yani benzetmeye ihtiyacı vardır diye düşünmeye başladım ve hikâye yazmaya karar verdim”.
Çevirinin üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen yukarıdaki anekdotun aklımda kalmasının sebebi benim de bu tarz bir yönlendirmeye muhatap olmuş olmam, bu vesileyle kendimle yazar arasında bir benzerlik kurmuş olmamdır büyük bir ihtimalle.
Rahmetli dedem, uzun yıllar Ermenilerle beraber yaşamış, sonra Rus işgalini görmüş, Heyderan aşireti hamidiye alayının bir askeri olarak (her fırsatta “ez eskerê hemîdiyê me-ben hamidiye askeriyim-” diye övünürdü) Ruslara esir düşmüş, Osmanlının çöküşüne, Cumhuriyetin kuruluşuna, Kürtlere yönelik tenkil, tedip, tehcir, takrir, temsil ve katliamlara, tek parti dönemine, çok partili Menderes dönemine şahit olmuş, böylece bir dolu hikâye biriktirmiş Norşin “Mala Seyda”ya bağlı bir Nakşi sofisiydi. Gün görmüş umur geçirmiş sofi Mahir’in her mevzuya dair bir hikâyesi vardı. Bir şey sorulduğunda önce konuya uygun bir hikâye çıkarırdı heybesinden, sonra fikrini söylerdi ve kesinlikle ikna edici olurdu. Bildiğimiz tarzda bir “çîrokbêj” (masalcı, hikâyeci) gibi bir hikâyeyi, masalı baştan sona anlatmazdı. Günün, anın, hadisenin ruhuna uygun bir benzetme, bir teşbih olarak zengin ve renkli geçmişinden bir ibret dersi olacak miktarını anlatırdı. Maksadı hikâye anlatmak değil, hikâyeyi perde yaparak anı değerlendirmek, o lahzaya ilişkin sözünü söylemekti. Her yeni gelişmeyi geçmişteki bir hadiseye benzeterek anlatmak ondan bana kalmış diye düşünüyorum. Çünkü dedemin dizinin dibinden ayrılmazdım desem yeridir. Sadece dedem değil, bizim köydeki bütün büyüklerin böyle bir anlatım tarzı vardı. Kürtlerin genel olarak anlatacakları çok hikâyeleri vardır zaten, acısından tatlısına kadar. Dengbêjlerin söyledikleri stranların hala cazip olmasının sebebi müziğin veya sesin kalitesinden çok bir hikâyeyi içermesidir mesela.
Kürtler bu özelliklerini aynı coğrafyada geçirdikleri uzun bir hikâyeyi andıran binlerce yıllık tarihleri boyunca doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden gelip geçen müstevlilerin geride bıraktıkları hikâyelerin yanı sıra Kur’an’dan, Kur’an’ın anlatım tarzından almışlar. Kur’an’da geçmiş milletlerin hikâyeleri (kıssa) büyük bir yekun tutar. Ancak maksat dinleyenlere hülyalı, heyecanlı, felsefi fantezilerle süslü hoşça vakit geçirtmek değildir. Kur’an, muhatapların içinde bulundukları ruhsal, sosyal, konjonkturel duruma uygun kesitler sunar bu hikâyelerden ki ibret alsınlar. Öyle ki aynı hikâyeden çok tekrarlar da sunulur. Fakat muhatapların ruhsal durumu ve anekdotun yer aldığı surenin genel atmosferi üsluba da yansır ve bu tekrarlar her seferinde yeni gibi görünür. Mesela, savaş gibi şiddet ağırlık bir mevzuyu işleyen bir surede söz Allah’ın gökten yağmur indirmesine gelmişse, yağmur mutlaka surenin genel atmosferine uygun bir şekilde çok şiddetlidir, değdiği toprağı yarmakta ve önüne düşeni silip süpüren bir sele dönüşmektedir. Allah’ın sunduğu nimetlere dikkat çeken başka bir surenin merhamet yüklü atmosferi içinde aynı yağmur hafif bir çiselemedir. Kurumuş, çatlamış şerha şerha toprağı narin damlalarıyla adeta okşayarak uyandırmakta, çeşitli otlarla, meyvelerle yeşermesine yol açmaktadır. Allah’ın göklerde ve yerdeki azametini anlatan bir surenin akışı içinde geçmiş milletlerin tağutlarının diktikleri anıtlarla, kulelerle, tapınaklarla böbürlenmelerine söz getirilerek bu azamet karşısındaki küçüklükleri, cılızlıkları, naçizlikleri, çaresizlikleri sadece küçük bir dokunuşla, mesela “ve kazıklar sahibi Firavun” gibi iki kelimelik bir ifadeyle gözler önüne serilmektedir. Bu iki kelimelik ifade Firavun’un diktiği muhteşem piramitleri, övündüğü görkemli medeniyeti bir anda nil nehrinin kenarında kumdan kuleler diken bir çocuğun tam eseriyle övünecekken haşin bir dalganın gelip yerle yeksan etmesi gibi silip süpürmektedir.
Kur’an’da ve başta Kürtler olmak üzere Kur’an’la beslenmiş toplumlarda hikâye amaç değil, araçtır. Benzetme yaparak hakikate ulaşmanın aracı.  
Ama hikâyeden hisseyi kapmak, hakikate ulaşmak için anlam akrabası komşu bir kelime olan “hakke”, (oyma, kazıma fiili) devreye girmeli. Hikâye benzetme ve eksikliği kapatma, örtme çabası ise “hakke” de kabuğun, örtünün altındaki benzerliği açığa çıkarma çabasıdır.
Bu yüzden anlatan “hikâye”nin katmanları arasında, satır aralarında benzerlik tılsımlarını saklar, dinleyen ise bir “hakkak” gibi katmanları oyar, satırları yontar ve benzerliği ortaya çıkarır.
Hikâyeye Kürtçede “Çîrok” denir. “Çîr” klasik Kürtçede (bugünkü Kürtçede cesur, sağlam anlamında “Çirr” şeklini almış) kahraman, galip demektir. Ama aynı zamanda hisse, nasip anlamına da gelir. İlk anlamıyla “çîrok” kahramanlık destanı, ikinci anlamıyla da daha önce yaşanmış bir olaydan elde edilen hisse anlamını ifade eder. Yani her iki açıdan da benzetme unsuru belirgindir. Ot, çayır anlamına gelen “çêre” (eskiden çîre) de bu kökten gelir ki muhtemelen otlayan hayvanın hissesi, nasibi anlamı göz önünde bulundurulmuştur bu isimlendirmede. Kürtlerin hikâyeye bu ismi vermeleri (“çîr” veya “çêre”den türeterek) hayat tarzlarına uygundur. Cesaret ve sürü malum olduğu üzere Kürt hayat tarzının temelini oluşturur. O yüzden Kürt, karşılaştığı yeni bir şeyi meradan hissesini otlayan sürü tarzı payına düşeni, kahramanlık unsurunu çağrıştıran şiddet eşliğinde almaya, kapmaya çalışır. Palavra, abartı gibi şeyler için “Çêrr” denmesi de, geçmiş efsanelerin çoğunlukla akıl almaz abartılar içermesine yönelik ince bir göndermedir aynı zamanda.
Türkçede ise “hikâye”, daha doğrusu “öykü” benzetmeden ziyade benzeme anlamına dayanır. Nitekim Türkçede hikâyeye karşılık taklit etme, benzeme, öykünme anlamına gelen öykü kelimesinin kullanılmasının, Türklerin hayat tarzı ve algısı göz önünde bulundurulduğunda isabetli bir tercih olduğu görülecektir. Bu da Arapların ve Kürtlerin bin yıllardır kendi coğrafyalarında sürdürdükleri dairesel ve kısa mesafeli inişli çıkışlı göçebelikten farklı, uzun mesafeli, geri dönüşü olmayan bir göçebeliği yaşayan Türklerin hayat tarzına uygun bir isimlendirmedir. Türkün benzetmeden çok, yeni mekanına ve kültürüne benzeme gibi bir kaygısı var. Türk’ün hikâyesinde benzetme unsuru olmakla beraber benzeme, yani taklit etme, öykünme unsuru daha belirgindir o yüzden. Bir Türk gördüğü yeni bir şeyi taklit ederek sahip olmayı seçer, benzeteceği olguları mekanla birlikte geride bıraktığı için.
Arap’ın “hikâye”si uçsuz bucaksız çölde kum tanecikleri misali uzanıveren “bin bir gece masalları” gibi sonu gelmez bir anlatıdır. Kürt’ün “çîrok”u dağın kıyısına doğru dolu dizgin akan gece yarısı eşkıyasının sonuç odaklı bir hisse kapma serüveni, Türk’ün “öykü”sü bir hakkak titizliğiyle “hikâye”den ve “çîrok”tan kendine özgü bir destan çıkarma motivasyonudur. Arap üretir, Kürt hissesini alıp platosuna çekilir, Türk ana, lahzaya bir ok keskinliğiyle yeniden söyler. Türk öyküleri genellikle Arap, Fars, Kürt menşelidir ama kesinlikle özümsenmiş, benimsenmiş ve sahiplenilmiştir, daha doğrusu yeniden üretilmiştir. Kürdili hicazkar acem makama Türki söz yazmak gibi.
 Farsların hikâyesi her zaman farklarını ortaya koymayı esas alan bir özgüven ve övünç destanıdır. İşin aslı bu özgüven ve övüncün kuru bir böbürlenme olmadığını gösteren bolca hikâyeleri de vardır. Farsın adlandırmasında benzeyeceği, öyküneceği veya nasipleneceği bir başka hikâye, en azından bir dış hikâye yoktur. Fars, dünyaya özgün ve görkemli hikâyesini söylemiş, şimdi de onun başkaları tarafından yeniden üretilmesini seyretme konumundadır. O, benzeyen değil benzenen olduğuna inanır. Onun “dastan”ı bütün dillerdedir, en azından anlam olarak. Dünyanın, Fars’ın ilgisini çekecek bir hikâyesi yoktur mesela. Fars, dünyaya “dastan” anlatır.
Ta ki gece vakti bir tavşanın gözüne tutulmuş araba farının çaresiz bırakıcı etkisi gibi akılları kamaştıran batı medeniyeti ile karşılaştıkları güne kadar.
Arapların, Kürtlerin ve Türklerin yeniyi temsil eden Avrupa medeniyeti ile karşılaştıkları zaman takındıkları tutumları da hikâye bağlamındaki adlandırmayı belirginleştiren karakterlerini yansıtmaktadır. Arap batıyı parlak geçmişine benzeterek benimsemeyi esas alır. Arap yazarların eserlerinin batılıların neredeyse bütün değerleri Arap-İslam medeniyetinden aldıklarına dair değerlendirmelerle dolu olmasının altında bu duygu yatar büyük ölçüde. Kürt yol yordam, usul, erkan gözetmeden ondan nasiplenmeyi, ondan bir şeyler kapmayı, Türk ise ona öykünmeyi, ona benzemeyi esas alan bir tutum içinde olmuştur aynı gerekçeyle.
Farsçada hikâye anlamında kullanılan “dastan” (destan) “bastan” (eski) anlamına gelen kelimeye yakın bir anlam ifade eder. O yüzden Fars hikâyesini eskiden söylemiş, şimdilerde ise kenara çekilmiş eskinin mefahiriyle yetinmektedir. Bu yüzden İran’ın batı medeniyeti karşısındaki tutumu Pers-Roma rekabetinin mefahir izlerini taşıyan bir arkaik övünçtür “dastan” eskiliğine uygun olarak.
Batı medeniyeti bağlamında Arapların hikâyesinin, Kürtlerin çîrokunun, Türklerin öyküsünün ve Farsların dastanının bu konumlanışı değer üretici özelliğini yitirmiş bir akıl kamaşmasıdır. Arap’ın “qissatun la tentehi” (sonu gelmez hikâye)sine çölde bir serapla ket vurulmuş, Kürt’ün çîroku eli boş dönülen av seanslarına dönüşmüş, Türk’ün öyküsü verimsiz bir taklit ruhsuzluğuna evrilmiş, Fars’ın “dastan”ı çevre dillere hoş kokular saçan “bostan” olmaktan çıkmış bir mitolojik “bastan” küflenmesine saplanmıştır bu yüzden.