Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Coğrafyaya dönüş

Francis Fukuyama tarihin sonunun geldiği tezini dillendirdi ama coğrafyanın sonunun geldiğini ilan etmeye cüret edemedi. Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve Batılı liberal modelin zaferinden sonra iyimser bir havaya kapılmış olmalıydı. Ona göre Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Demir Perdenin çöküşüyle tarih coğrafyayı mağlup etmiş oluyordu. Belki de bu tez, siyasal bilgiler alanında en aceleci yargılardan birini içermekteydi, buna rağmen hala Fukuyama’nın tahtı sallanmış değil. İçinde yaşadığımız dünya Fukuyama’nın doksanlarda tahayyül ettiği dünyadan çok uzak. Bugün uluslararası ilişkiler bağlamında 19. Yüzyıla 21. Yüzyıldan daha yakınız. Şöyle ki; nüfuz bölgeleri meselesi kendisini yeniden dayatmış durumda. Rusya Ukrayna karşısında ‘nüfuz alanı’ gerekçesi ile krizi tırmandırıyor ve Avrupa’ya gaz kesintisi tehdidiyle şantaj yapıyor. Vladimir Putin’in tam olarak ne istediği hususunda farklı görüşler var, Ukrayna dosyası birçok çelişki barındırıyor.  
 Sınırlı savaşla yıpratma savaşının bileşimi, Ukrayna ile olan çatışmayı son derece maliyetli hale getirdi. Uzlaşma ufkunun net olmamasından dolayı psikolojik kırılmalar yaşanıyor ve yaptırımlardan ötürü maddi maliyetler ortaya çıkıyor. Rusya’da 2024’te seçim yapılacağı için, Putin Ukrayna dosyasını, atalarının görkemli tarihini ihya ettiği yönünde bir izlenim vermek için kullanıyor. Öte yandan Putin, Rus kimliği için endişeleniyor. Çarlık mirası ve Ortodoks karışımı olan bu kimlik, Moskova ve Kiev kiliseleri arasındaki ihtilaftan ötürü parçalanma tehlikesi yaşıyor. Ukrayna’yı işgal ederek ya da askeri tehditlerini tırmandırarak kiliseleri birleştirmeyi ve Moskova’nın çıkarlarını korumayı hedefliyor. Tüm bu girişimlerin üst başlığı ise Rusya’nın ‘nüfuz alanını’ canlandırma arzusu olarak belirlenebilir. Rusya bu yaklaşımı uyarınca, Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü maskesi altında Kazakistan’a girdi. Aynı mantıkla, sıcak denizlere açılmak için Suriye savaşıyla Ortadoğu’ya müdahil oldu.  
Çin ise Batı Pasifik bölgesini tamamen kendi nüfuz alanına dönüştürmek umuduyla, Tayvan, Hong Kong, Güney ve Doğu Çin Denizlerindeki adalar ve Güneydoğu Asya'da mümkün olan en geniş çerçevede şansını deniyor.
O halde, Vladimir Putin ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Pekin Kış Olimpiyatlarında ortak bildiri yayınlamasına şaşırmamak gerekir. İki lider, NATO'nun daha fazla genişlemesine karşı çıktıklarını belirttiler ve Atlantik İttifakı'nın Soğuk Savaş döneminin ideolojik yaklaşımlarını terk etmesi gerektiğini ifade ettiler. Bu çağrıyı yaparken de Soğuk Savaş döneminin politikalarını canlandırmış olmaları dikkat çekiciydi. 1949’dan 1991’e kadar devam eden ‘nüfuz alanı’ meselesi özellikle bu iki ülke tarafından yeniden gündeme getirilmekteydi.  
 Karşı karşıya olduğumuz şey, Çin ve Rusya ve iki liderin şahsiyetiyle sınırlandırılacak bir olgu değildir. Türkiye bir ara pratikte Müslüman Kardeşler ve ideolojide Yeni Osmanlı anlayışıyla yayılmacı bir dış politika gözetmekteydi. Şimdilerde ise bu anlayışı terk ederek, daha disiplinli ve gerçekçi bir yaklaşımla ‘nüfuz ve etki alanlarına’ yöneldi. Suriye, Irak, Azerbaycan (belki de Ukrayna!) gibi ‘nüfuz alanlarında’ askeri varlığıyla etkili olmaya başladı. Akdeniz’deki etkisini de İsrail, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne yakınlaşarak arttırma yoluna gitti.  
İran’a gelecek olursak, Akdeniz’e uzanan bir imparatorluk evhamı nispeten durulmuş olsa da Yemen’deki kargaşayı sürdürerek Körfez’deki nüfuz alanını pekiştirmeyi hedefliyor. İran’ın Maşrık-ı Arabi’de egemenlik sağlamak arzusunda olduğu yönünde bir yaygara koparılıyor olsa da asıl çatışma, Arap (Basra) Körfezi bölgesindeki nüfuz alanları ve kaynaklar üzerinde yaşanıyor. Ortadoğu İran için elbette önemlidir, çünkü ideolojik hedefleri arasında İsrail’in ortadan kaldırılması bulunuyor. Ancak devrimin üzerinden elli yıl geçmişken rejim durağanlaşmış ve bu ideolojik hedef oldukça yıpranmış durumdadır. Yaptırımlar nedeniyle Suriye ve Lübnan’daki ekonomik yaşam koşullarının çökmesi ve İsrail’in bu ülkelerdeki operasyonları İran rejiminin karizmasını zedelemiştir. Sonuç olarak İran hayallerini ertelemek zorunda kalmış ve gerçekçilik adına ‘nüfuz alanlarındaki’ etkinliğini arttırmaya yönelmiştir. İsrail ile İran arasında ‘sıfır çatışma’ yaşanması, buna mukabil BAE ve Suudi Arabistan’la olan krizin İran vekilleri tarafından tırmandırılması tesadüf eseri değildir. Uluslararası politikada çağdaş realizmin kurucularından Hans J. Morgenthau, coğrafyanın ulusal gücün en istikrarlı bileşenlerinden olduğunu ifade etmişti. İran da insansız hava araçları ve balistik füzelerle desteklediği gücünü, kendi coğrafyasındaki etki alanına yönlendirmesi gerektiğini idrak ediyor.  
Şüphesiz bu girişimlerin hepsinin başarılı olması mümkün değildir. Başarılı olanlar da kısmen başarılı olacaktır.  Ancak ‘nüfuz alanı’ mücadelesi, uluslararası ilişkilerde derin etkiler bırakacak tehlikeli bir sürece işaret etmektedir. Şunu sormalıyız; Arap siyasi aklı bu yeni sürecin neresinde duruyor? Ilımlı Arap ülkelerinin nüfuz alanları nerelerdir, hangi güçler hangi araçlarla ‘nüfuz alanlarındaki’ varlıklarını pekiştirecektir?  
 Önemli başlangıçlarla karşı karşıya olabiliriz. Örneğin Mısır, Libya sınırından bin kilometre derinlikte bulunan ‘Sirte-Cufra Hattı’ adını verdiği kırmızı bir çizgi çekti. Ilımlı Arap ülkeleri ‘siyasi kırmızı hat’ belirleyerek, Sudan, Tunus, Mısır ve kısmen Libya’da Müslüman Kardeşleri yönetim denkleminden düşürdü. Arap Birliği yeniden Irak’a döndü ve bunun somut işaretleri Bağdat Zirvesinde verildi. Yemen’de de Sana’dan Hudeydiye limanına kadar olan bölgede bir ‘kırmızı hat’ çizilmeye çalışılıyor. Tüm bunlar önemli gelişmeler, daha önemlisi ise, uluslararası ilişkilerde ‘nüfuz alanları’ fikrinin egemen olduğu dönüşüm anında, rasyonel olarak çabaların birleştirilmesi olacaktır. Özellikle Washington’ın geri çekilmesi nedeniyle ortaya çıkan güvenlik boşluklarını kapatmak için ortak hareket edilmesi zorunludur.