Nebil Amr
Filistinli siyasetçi ve yazar
TT

Erdoğan ve politikaların gözden geçirilmesi

Türkiye'nin İsrail Cumhurbaşkanı Herzog ve eşinin ziyareti için yaptığı hazırlık abartılı bir karşılama ile temayüz ederken, Türkiye, derine ulaşmadan yüzeyi etkileyen pürüzlerden sonra eski ilişkilerdeki avantajları yenilemek için ihtiyaç duyduğunu gösterdi.
İsrail, ‘sınırlı yetkilere sahip’ Cumhurbaşkanı Herzog’un ziyaretini tarihi olarak nitelendirmesine rağmen, Türkiye kadar bir coşku yansıtmadı. Bu, İsrail'in diğer iki müttefiki Yunanistan ve Kıbrıs'ın endişelerini azaltma gereksiniminden kaynaklanıyor olabilir.
Türkiye’nin tekrar İsrail’e açılması, hesapları gözden geçirme ve -nispeten de olsa- ‘sıfır kriz’ politikasına geri dönme çabası başlığı altında yer alıyor. Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çevre ülkelerle ilgili krizlerle bağlantılı olarak iç krizlerin de yol açtığı çıkmazdan kurtulmak için özellikle ihtiyacı olan bir şey bu. Nitekim şu göz önünde bulundurulmalı ki, Erdoğan’ın bu krizlerin yaklaşan seçimlerdeki etkisini hafifletmesi gerekiyor. Pek çok değerlendirmeye göre, sekülerizm ve Osmanlıcılık -ki buna daha büyük bir meyil söz konusu- arasındaki zorlu uyumu tutturan bir adam olarak güçlü yükseliş döneminde olduğu gibi seçimlerin sonuçları garanti değil.
‘Sıfır kriz’ ideal bir slogan. Küçük devletler tarafından, özellikle de tarafsızlık oyununda iyi olanlar tarafından bunun gerçekleştirilmesi mümkün olsa da; Türkiye gibi dış ve iç krizlerin kesiştiği konumda bulunan bir ülke için bu imkânsız. Türkiye’nin tercihler ve politikalar üzerinde güçlü bir etkisi var. Bu durum Türkiye’nin, imkânsız demeyelim de kontrol edilmesi ve bedelini ödemekten kaçınması güç olan girdaplara kapılmasına neden oluyor.
Orta Doğu halkı olarak bizi ilgilendiren şey, Türkiye’nin Arap Baharı’nın ürettiği olaylara müdahalesidir. Suriye bu müdahalenin tek sahası, hatta esas sahası bile değil. Bilakis bu müdahale yayılıp genişledi. Böylece sıfır kriz, içinden çıkılması güç, karmaşık ve şiddetli pek çok krize evrildi. Öyle ki, Türkiye devleti kendisini eşi görülmemiş bir pozisyonda buldu. Yüzünü ne zaman yakına ya da uzağa dönse, bir veya birden fazla kriz ile karşılaştı.
Türkiye'nin nüfuz arzusu karşısındaki en büyük zorluklardan biri, büyük güçleri yoran ve başarısızlığa uğratan Orta Doğu'nun değişken kumları olunca, Osmanlı İmparatorluğu hayallerinin canlanması; özellikle de 20. yüzyılın en büyük ve en zengin imparatorluklarının çöküşü sırasında, imparatorluk özlemini, kazanamayacak güçteki devletlerin ve oluşumların altında ezildiği ağır bir yüke dönüştü.
Bunun nedeni, bu durumda asıl şartın geniş nüfuz elde etmek isteyenlerin öz yetkinliklerinin olmasıdır. Tarafsız bir değerlendirmeye göre, elimizde zararın kârdan çok daha yüksek olduğunu gösteren ve üzerinde düşünmeye değer iki örnek var: Türkiye ve İran.
İsrail ile ilişkilerin yenilenmesi Türkiye'nin iç siyasetiyle yakından ilgili dış politikalarının gözden geçirilmesi bağlamında geldiyse, o zaman önceliklerin doğru bir şekilde seçilmesi ve bunları ele almadaki denge, gözden geçirme sürecinin başarılı olması ve kârın zarara üstün gelmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Bu noktada -ve özellikle Türkiye ile ilgili olarak- en yakın komşu üzerinde bir inceleme yapmak önemli: Suriye. Bunun birbiri ile bağlantılı iki ülke arasındaki ilişkinin eski gidişatına dayanarak yapılması mümkün ve hatta elzem görünüyor. Peki nasıl?
Bunu Türkler bizden daha iyi bilir.
Türk hesaplarına göre, İsrail kapısının birden fazla düzeyde faydası var. Bu kapı, Türk laikliğinin başlangıcından Erdoğan'ın ikiliklerinin bitiminden öncesine kadar zarar görmemiş altyapısıyla her zaman erişilebilir.
Daha elzem ve gerekli olduğu düşünülen şey ise, Arap dünyamıza ve Orta Doğu'ya açılan iki ana kapının yeniden açılmasıdır: Kahire ve Riyad. Pek çok kişinin üç ülke arasındaki ilişkinin altyapısını betimlerken kullanmayı sevdiği ‘sünnilik’ hipotezini bir kenara bırakalım. Zira bundan daha kıymetli, daha derin ve daha kullanılabilir bir şey var: Araplar ve Türkler arasındaki ilişkilerin inşasında önemli bir etkiye sahip olmaya devam eden duygusal altyapı. Bu, tüm alanlarında ithalat ve ihracat hareketinin somutlaştırdığı ekonomik ticaret boyutunun yanı sıra pozitif ve negatifliğin bir arada bulunduğu birleşik ve geniş bir tarihten miras kalan bir alt yapıdır. Bu yüzden Mısır ve Suudi Arabistan pazarlarının kaybedilmesinin, hatta getirisinin azaltılmasının gerçek veya farazi hiçbir gerekçesi yoktur
Türkiye devletinin Mısır'la olan ilişkisini örneğin, İhvan-ı Müslimin’in (Müslüman Kardeşler) menfaati için feda etmesine gerek yoktu. Zira doğru pratik hesaplamalara dayalı çıkarlar bu şekilde yönetilmez.
Erdoğan, Tel Aviv ile kanalları yeniden tesis etti ve düzeltti. Bunu Kahire ve Riyad ile ne zaman ve nasıl yapacak bilmiyorum.
Son olarak, bugünlerde Türkiye ile İsrail arasında ortaya çıkan ortak bir durum var. İki tarafın da Rusya ile Ukrayna arasında arabuluculuk çabası var. Önümüzdeki günlerden ve gelişmelerden korkulduğunu gösteren bu ortaklık, geleceğin ne getireceği bilinmezken daha geniş çaplı hesaplarda, Mısır ve Suudi Arabistan ile ilişkilerin ağırlığı kadar ağırlığa sahip değil.